son 30 günde en çok ne okundu?

17 Ağustos 2024 Cumartesi

hayvan eti yemenin etikliğine dairdir

 


bu defa denememe, diyojen'in bir sözüyle giriş yapmak istiyorum. diyojen der ki "hayvan eti yiyenler, insan eti de yiyebilirler". belki bazılarınız için iki durum arasında bir alaka görülmüyorolabilir, ama ben en azından sürekli olarak et tüketimi halini, insan etinin de yavaş yavaş da olsa normalleştirilmesi hali gibi görüyorum.

velev ki öyle olmasın, yani olay diyojen'in dediği gibi olmasın diyelim. yani sürekli olarak et tüketelim ve insan etine karşı bir şey hissetmeyelim, insan etinden uzak duralım. peki sürekli olarak et yemek hali, ya da genel olarak et yemek hali ne kadar iyi?

bu düşünce bana yanlış hatırlamıyor isem 2021 yılında gelmişti ilk olarak. ben çok çeşitli yemek yiyen birisi değilim ne yazık ki. ne yazık ki diyorum çünkü ben de et tüketiyorum ve pek yemek alternatifi bulamadığım için biraz fazla tüketiyorum. neyse, bir gün et yediğim sırada bu düşünce aklıma geldi, diyojen'in bu sözü mü gelmişti bilmiyorum ya da genel olarak kendi düşüncem. sonuç olarak insan eti olmasa dahi ben canlı olan bir varlığın etini yiyordum, ha tabi elbette o an ölmüş bir canlı demem bu değil. demek istediğim hayvanın eti yani bir şekilde o ölüyor, öldürülüyor ve ben de onun etini yiyorum. yani dedim ki ha ölmüş bir insanın etini yiyorum ha bir hayvanın etini. bazı insanlar bunu böyle görmeyip, protein almak gerek vs mantığıyla bakıyor ancak ben onu da pek mantıklı bulmuyorum. ha şöyle, hayvandan komple faydalanmayalım demiyorum. netice olarak tavuğun verdiği yumurtayı yiyorum, yahut bir şekilde süt, süt ürünlerini tüketiyorum. ama en azından onlar hayvanın ölmesine sebep veren bir durum değil. yani ben tavuğun yumurtasını yediğimde yahut bir ineğin sütünü içtiğimde onun herhangi bir anlamda bundan zarar gördüğünü düşünmüyorum. ha şöyle bir durum var, tavuğun sürekli olarak yumurta vermesi ya da ineğin sürekli süt vermesi amacıyla onların yiyeceklerine, onlara pek iyi gelmeyecek maddeler ekleniyorsa ben elbette buna da karşıyım. ama netice olarak bu pek de müdahale edebileceğim bir durum değil direkt olarak. müdahale edebileceğim şey düz olarak et yemeye ara vermek. bırakabilsem mükemmel olurdu ama yalnızca kendi adıma ara vermeyi becerebiliyorum, zira bunun da sebebi yukarıda belirttiğim üzere pek yemek alternatifimin olmaması. yani et olarak tavuk döner, tavuk tantuni, hamburger yahut tost tarzı fast food ile beslenen bir insanım. bunlar dışında pek bir şey yemiyorum. yine başa döneyim, 2021 yılında böyle bir düşüncem oldu ve bu nedenle 2 ay yahut 2 aya çokça yakın bir süre hiçbir şekilde et yemedim. gayet de güzel oldu, hiç de zorlanmadım ilk kez denemiş olmama rağmen, o süreçte evet alternatif olarak yine hazır gıdalardan beslendim ancak bunlar en azından et ürünü değildi. 

ardından aynı duruma 2022 yılında devam ettim ve bu kez bu et yememe sürecini 3 aya yakın hale getirdim. bundan da memnun kalmıştım, vücuda ne kadar faydalı bir durum bilmiyorum, araştırmadım, ama en azından ruhuma faydalı olduğunu söyleyebilirim, bir şekilde içten içe huzur geldi. 2023 yılında 6 şubat depremine gelmesi nedeniyle maalesef ki buna devam edemedim, depremden önce başlamıştım. araya deprem girince o süreçteki psikoloji durumumdan kaynaklı bu süreyi 10-11 gün civarında tamamlayabildim sadece. bu yıl da amacım gayet iyi bir süre 2 ay veya 2 aydan uzun bir süre et yemeyi bırakıp, kendimi mümkün oldukça etten uzaklaştırmak. gerçekten kendime iyi geldiğini hissettiğimden yapıyorum ve bu arzuda olanlara da tavsiye ederim.

işin etik boyutuna ben şu açıdan bakıyorum, yani orada yenilen hayvanı potansiyel bir protein olarak görmektense, bir canlı olarak görüp yaşamına devam etmesini daha etik buluyorum. ha ben et yemediğimde yine bir şekilde hayvanlar öldürülmeyecek mi evet öldürülecek, çünkü sürekli olarak özellikle hamburger satan zincir yemek marketleri muhtemeldir ki her geçen yıl satşlarını katlayarak devam ettiriyorlardır diye düşünüyorum. çünkü özellikle çocuklara cazip gelen bir lezzet. yahut döner, tantuni gibi yiyecekler, evde yemek olmayan çalışan aileler için pratik ve cazip bir öğün yiyeceği. bu nedenle evet, işin etikliği bir yana bir şekilde o hayvan yahut hayvanlar öldürülecek, ama en azından kendi açımdan bunda bir payımın mümkün oldukça azalmasını istiyorum. çünkü kendi açımdan etik bulmuyorum, yani gerek tavuk gerek herhangi bir hayvanın etinin yenmesini etik bulmuyorum. evet, doğada da genel olarak birçok hayvan, birbirinin etini yiyerek hayatta kalıyor ancak, ben kendi ruhuma bunu yapmak istemiyorum.


30 Temmuz 2024 Salı

cristiano ronaldo ve futbol tutkusu

 

şu fotoğrafın altında acı var, hüzün var, gözyaşı var, ama nihayetinde bu fotoğrafta aynı zamanda bir hırs var, kendinden eminlik var, başarı var, galibiyet var, kupa var ve en önemlisi de cristiano ronaldo var.

bu yazıyı yazmaya henüz karar verdim, normalde blog sitemdeki içeriklerin yanlış hatırlamıyorsam hiçbirinde futbola dair hiçbir şey yok. çokça futbol aşığı olduğumu söyleyemem, sadece bir insandan bahsetmek istiyorum biraz da olsa, yukarıda fotoğrafta görünen şahıstan, cristiano ronaldo'dan. ben asla futbol aşığı değilim ama o tam bir futbol aşığı. yaptığı işe ruhunu, kendisini katan, katmaya devam eden biri, belki de futbol tarihinin en en iyilerinden. 

şimdi ronaldocular vardır, messiciler vardır. o yahut bu, ikisi de iyi, ikisi de çok iyi. fakat ben yalnızca cristiano ronaldo'nun her maça çıktığı andaki hırsından bahsetmek istiyorum. özellikle de bu yazımda belirtmek istediğim maalesef ki zamanında izlememiş olduğum euro 2016 finalindeki durumu.

belki o maçı benim gibi izlemeyenler vardır, cristiano ronaldo portekiz ile, euro 2016'da final maçına çıkıyor. rakip de fransa. oyuncular çok güçlü, fransa her zamanki gibi yani. ama portekizde de çok çok iyi oyuncular ve tabii cristiano var.

maçın şuan dakikalarını hatırlamıyorum ama muhtemelen ilk dakikaları olabilir yani ilk dakikalarından kastım ilk 20 dakika içerisinde muhtemelen cristiano ne yazık ki bir pozisyonda sakatlık geçiriyor, işte biraz tedavi falan görüyor, neyse sonra devam ediyor oyuna. sonra yarasının durumu gittikçe kötü oluyor ki muhtemelen dakika 22 civarı teknik direktör fernando santos'a işaret veriyor. teknik direktör de onun işaretinden hemen sonra queresma'ya hazırlanmasını söylüyor. cristiano kendisini yere bırakıyor, sedye ile gözyaşları içerisinde maçtan ayırlıyor.

düşünün yani böylesi önemli bir turnuva, son maça kadar geliyorsunuz, gözler de sizin üzerinizdeyken böyle bir sakatlık geçiriyorsunuz. cristiano her ne kadar hırslı da olsa, maçı riske atmamak için, takımı ve kupayı riske atmamak için oyundan çıkmak istiyor.

oyundan çıkıyor ancak saha dışında teknik direktörle maçı öyle heyecanla izliyor ki, youtube'da videosu mevcut dileyenler izleyebilirler. yani sürekli olarak her pozisyonda dehşet şekilde heyecanlı. maç 0-0 şekilde bitiyor, uzatmalarda neyse ki portekiz'den bir gol geliyor ve takım öne geçiyor. cristiano o andan sonra daha bir maça dikkat ediyor, adeta teknik direktör kendisiymişçesine oyuna girecek olan kişiyle ayrı görüşüyor vs. yani bir teknik direktör gibi halen maçta, sakatlığına rağmen o maçı bırakmıyor.

şuan kendisi 39 yaşında, halen her önemli maçta bu şekilde hırslı, elbette ki eskisi gibi değil, neticede klasiktir, zamana kimse meydan okuyamıyor. o buna rağmen, yaşına rağmen mücadelesine devam ediyor, elbette bilmiyorum ancak düşünüyorum ki 2026 dünya kupsında da oynamak için can atıyordur cristiano. ki ben kariyerini bitirmeden önce bir de dünya kupasını kaldırmasını görmeyi gerçekten çokça istiyorum. böyle güzel, böyle yaptığı işe saygısı olan birinin, başarılarla doldurulmuş bir kariyere bir de dünya kupası eklenmesi o kadar mükemmel olur ki.

cristiano'nun bu hırsı, yaşına rağmen halen maçın bir şekilde içinde olması bana göre gerçekten bir ders konusu dahi yapılacak türden. yani burada aslında her insana bir şekilde bir ders veriyor, yapılan iş ne olursa olsun, onu hırsla, ondan keyif alarak yapmak, o işte kendini ister istemez çok güzel bir konuma getiriyor. evet, her ne iş yapıyorsanız yapın, bir şekilde bir hırs, bir keyif alma durumu olmalı. yani eğer maksadınız sadece para kazanmak ise, işten keyif aldığınızı düşünmüyorum, yahut o yaptığınız işte en iyisi olmak için çabaladığınızı düşünmüyorum. şu da var, en iyi olmak zorunda da değilsiniz, siz çok iyi olmaya gayret edin yeterli. zaten bir şekilde en iyi yahut en iyilerden olursunuz o zaman. 

şubat ayında 40 yaşına girecek olan cristiano'ya ve bu yazımı okuyan değerli okuyuculara saygılarımla.



28 Temmuz 2024 Pazar

küçük iskender'e göre tüketmek fiili


yazmaktan çokça, oldukça, manyakça keyif aldığım bir yazı başlığı daha sunacağım sizlere. şiirlere dair yorumlama yazıları yazarken, geriye dönüp onu okurken çokça keyif alıyorum. umuyorum ki sizler de aynı keyfi alırsınız, şimdi sizlere küçük iskender'in "hasta hayat depoları" isimli sel yayıncılğa ait kitabındaki 67 nolu şiiri sunuyor, buna dair sizlere kendimce yorumlamaya başlıyorum.

"67.
İçinde insan barındırmayan herşey beni besliyor. Daha çok
nesnelerden, nesneye hükmeden aşk ve hiddet koşullarından
yanayım. Aşk ve hiddeti insana ait saymıyorum; aşk ve hiddet,
doğanın harekete geçiş mekanizmasıdır. İçinde canlı barındıran
herşey tüketici! Yapıcı taraflar da dahil bu tüketişe! Diyalektik
idolüne göndermelerle eğlenmiyorum. Doğruyu söylüyorum:
DÜNYAYI KONTROLÜ ALTINDA TUTAN TEK FİİL,
TÜKETMEKTİR!"

şimdi daha henüz şiirin başlangıç cümlesi ile zaten mükemmel bir giriş yaparak, şiirden anlamamız gerekeni bize sunuyor sayın iskender. içinde insan barındırmayan her şeyi kendisinin beslediğin belirterek, benim anlamlandırdığım şu ki, insanlardan uzaklaştıkça daha çok kendini bulabildiğini ve daha çok kendini geliştirebildiğini anlatmaya çalılştığını düşünüyorum. beslenmek nedir çünkü ilk olarak ona bakmamız gerek. hadi gelin ciddi ciddi beslenme sözcüğünün sözlükteki manasına bakalım.

"Vücut için gerekli besin maddelerini alma; tagaddi."

oradaki tagaddi kısmına takıldıysanız hemen söyleyeyim, çünkü ben de takıldım. arapçada beslenme anlamına geliyormuş, o sebeple eklenmiş anlam kısmına.

vücut için gerekli besin maddeleri, evet ama şairin buradaki beslenmekten kastı bence daha çok ruhun beslenmesi ve biraz da gelişmek manasında bir beslenme. insan barındırmayan şeylerin kendisini, ruhunu beslediğini belirtmek istiyor olabilir yani bu nedenle. sonrasında da zaten aslında bu anlama geliyor. "daha çok nesnelerden, nesneye hükmeden aşk ve hiddet koşullarından yanayım." yani, insanlardansa, bu gibi şeylerle zaman geçirmeyi daha uygun buluyor, bu şekilde gelişimini sağladığını belirtiyor, aşkla. hiddetle. gelin bir de hiddetin kelime manasına bakalım. her anlama dikkat etmeye çalışıyorum çünkü mümkn oldukça şiiri keyifli ve güzel bir doğrultuda yorumlamak istiyorum.

şimdi hiddet, direkt olarak öfke anlamına geliyor sözlüğe göre, o nedenle ben de öfke kelimesinin anlamına baktım ve şunu buldum.

"Engelleme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisi; kakınç, kızgınlık, celal, hırs, hışım, hiddet, gazap."


yani küçük iskender burada aşk ve hiddet gibi iki önemli olguyla daha çok olgunlaşabildiğini ve gelişebildiğini aktarmaya çalışıyor diye yorumladım ben. şiirin devamında da mesela bu iki durumu insana ait saymadığını belirtiyor. "aşk ve hiddet, doğanın harekete geçiş mekanizmasıdır." diyor sayın iskender. yani aslında bu iki olguyu insana değil de bizzat doğaya bağlıyor. buradan da aslında şunu çıkarabiliriz. küçük iskender, insanla kalmaktansa, doğa ile doğanın çeşitli unsurlarıyla kalmayı terch ettiğini belirtiyor. şiirlerinin de genel olarak kaynağını bu şekilde oluşturduğunu düşünüyorum. bu yorumu şiir dışında yapıyorum, bunu söylememin sebebi diğer şiirlerini de çokça okuyor ve okumaya devam ediyor oluşum.

sonrasında, şiirin diğer yarısında bambaşka bir kısma geçiyoruz, hemen o kısmı yeniden ekliyorum.

"İçinde canlı barındıran
herşey tüketici! Yapıcı taraflar da dahil bu tüketişe! Diyalektik
idolüne göndermelerle eğlenmiyorum. Doğruyu söylüyorum:
DÜNYAYI KONTROLÜ ALTINDA TUTAN TEK FİİL,
TÜKETMEKTİR!"

bu kısımdan çıkardığım yorumu cümle cümle değil de direkt olarak yapmak istiyorum. küçük iskender burada bana kalırsa biraz da şiirin ilk kısmındaki sözlerinin nedenini açıklıyor. insan barındırmayan şeylerden beslendiğini söylüyordu, sebebi de bu işte. insanın daha doğrusu canlı olan her şeyin bir şekilde her şeyi tüketiyor olduğunu belirtmesi. burayı anlamlandırırsak gerçekten de durum böyle, hayatta mümkün oldukça daima bir tüketme halindeyiz. şuan mesela en basitinden ben bu yazıyı yazarak zevkimi tüketiyorum, bu yazıyı yazmak bana çokça keyif ve zevk veriyor. bu yazıdan sonra belki bir film izleyerek o filmi tüketmiş olacağım kendi içinde, yahut birkaç şiir okuyarak o şiirleri de tüketip bitireceğim. genel olarak yaşam hep bir şeyleri tüketmek halinde, daima bir şeyleri tüketiyoruz, durmadan, uyurken dahi. uyurken de yaşamımızın sürelerini tüketiyoruz. durmadan, durmak bilmeden bir tüketme hali.

fakat şiirin sonunda da işin doğrusunu belirtiyor. dünyayı kontrolü altında tutan tek fiilin tüketmek olduğunu belirtiyor. 

nedir bu tüketmek?

"Kullanarak, harcayarak yok etmek, bitirmek; yoğaltmak:"

sözlüğe göre tamamen bu anlama geliyor, bundan hariç iki anlamı da var ancak ben bu anlamından bahsedeceğim. yoğaltmak da bu arada yine tüketmek anlamına geliyor, bunu da belirtmiş olayım.

genel olarak savaşların sebebi de bu. tüketmek, ama savaşlar neyi tüketiyor, insanları. neden tüketiyor? daha fazla tüketebilmek için, ülkeler, kendi ülkeleri daha çok tüketebilsin diye, daha çok işgal ediyor, daha çok insan tüketiyor ve bu şekilde kendi vatandaşları daha çok tüketiyor. yani genel olarak her şeyin temelinde bir tüketmek sözcüğü mevcut. bu sebeple gerçekten de küçük iskender'in dediği gibi, dünyayı kontrol altına alıyor. aslında düşününce, bu yandan bakınca gerçekten çokça acımasızca bir olay. hani uyuyarak tüketmek değil, ya da bir şeyler yiyerek falan bundan bahsetmiyorum. acımasızca bir tüketmek halinden bahsediyorum burada.

cinsel arzuların uğruna birilerinin tüketilmesi. yahut ülkelerin daha fazla tüketebilmesi adına daha çok yerleşim yeri işgal ederek birçok insanı tüketmesi. en basitinden insanların yaşadıkları ülkelerin vergilerinden dolayı tüketilmesi. her şeyde var bu tüketmek anlayacağınız. küçük iskender'in şimdi şiirin en başında söylediği,  "İçinde insan barındırmayan herşey beni besliyor." cümlesi, daha bir anlam kazandı, en azından benim için.

saygılarımla, güzellikle kalın.


saçmalamalar serisi, her insan ölümcül hastalığa sahiptir.

 

canlı türü olarak, insanlar olarak, hepimiz ölümcül bir hastalıkla açıyoruz gözümüzü. bu hastalığın tedavisi de henüz bulunamadı.ölümden bahsediyorum evet. her insan öleceğini bilerek dünyaya bir bebek getiriyor. o bebek öleceğini bilmeksizin insanlaşıyor. insanlaştıkça daha çok anlıyor öleceğini. iki yetişkin insan öleceğini bilerek bir çocuk getiriyor dünyaya ve zamanında onlar da ölecekleri bilinerek dünyaya getirilmişlerdi. hepimiz bu hastalığa sahibiz. bu hastalığın tedavisi de henüz bulunamadı. yani hepimiz aslında hastalıklı insanlarız, tedavisi henüz var olmayan, ölümcül bir hastalık sahibi. ve beraberinde hastalıklı çocuklar dünyaya getirmeye de devam ediyoruz. tedavisi henüz bulunmadıkça, doğan her yeni bebek, ölümcül hastalığa sahip olduğunu öğrenerek insanlaşmaya devam edecek.

saçmalamanın özü, insan olmak, ölümcül bir hastalıktır, ölümüne yaşıyor ve devam ediyoruz yaşamaya. ölümüne.


saçmalamalar serisi, parça bir, tarih 28.07.2024, saat ise 17:48.

27 Temmuz 2024 Cumartesi

bu deneme tamamen yapay zeka ile hazırlanmıştır #1


merhaba sayın okur, bu kez de tamamen yapay zekayı kullanarak temmuz ayında sizlere bir yazı daha sunmak istedim. şimdi sizlere aşağıda sunduğum yazının başlığından itibaren tümü, google gemini ile hazırlandı, kendisine teşekkür ediyorum çokça. ayrıca yukarıdaki fotoğraf da, microsoft copilot tarafından hazırlandı. yani o dahil yapay zeka.

Dünya Dillerinin Renkli Paletinden: Farklı Sözcüklerin Büyülü Dünyası - Genişletilmiş Bir İnceleme

Dünya, binlerce farklı dilin bir araya geldiği, adeta devasa bir dil ormanı gibidir. Bu ormanda her dil, kendine özgü bir çiçek gibi açar ve dünyaya farklı kokular, farklı renkler sunar. Diller arasındaki en çarpıcı farklılıklar ise belki de sözcüklerde kendini gösterir. Bazı sözcükler o kadar özgün ve karmaşıktır ki, başka hiçbir dilde tam karşılığı bulunamaz. Bu sözcükler, kültürlerin, coğrafyaların ve insanların zihin dünyalarının aynası gibidir.

Doğayı İfade Eden Özel Sözcükler

Doğa, insan hayatının en temel unsurlarından biridir ve farklı kültürler doğayı farklı şekillerde algılar ve ifade eder. Örneğin:

  • İnuitler: Kutup bölgelerinde yaşayan İnuitler, karın farklı türlerini (yağan kar, buz, karla kaplı toprak vb.) ifade etmek için çok sayıda farklı kelimeye sahiptir. Bu, onların yaşamlarının karla iç içe geçmesini ve bu doğal olaylara karşı geliştirdikleri derin bir anlayışı gösterir.
  • Aborjinler: Avustralya'nın yerli halkı olan Aborjinler, çöl ortamında yaşamak zorunda kaldıklarından, çölün farklı özelliklerini (kumun türü, rüzgarın yönü, bitki örtüsü vb.) ifade etmek için zengin bir kelime hazinesine sahiptir.

Duyguları İfade Eden Özel Sözcükler

Duygular, insanın en temel deneyimlerinden biridir ve farklı kültürlerde farklı şekillerde ifade edilir. Örneğin:

  • Japonca: "Komorebi" kelimesi, ağaç yapraklarından süzülen güneş ışınlarının oluşturduğu desenleri ifade eder ve doğa ile insan arasındaki bağa işaret eder. "Wabi-sabi" ise mükemmel olmayanın güzelliğini, yaşlanmanın ve değişmenin doğal olduğunu ifade eder.
  • Portekizce: "Saudade," özlem ve hüzün karışımı bir duyguyu ifade ederken, "Farofa" kelimesi ise bir tür mısır unundan yapılan yemeğin yanı sıra, sıcak bir aile ortamı ve samimiyeti de ifade eder.
  • Tagalog: "Gigil" kelimesi, bir şeyi sıkmak isteyen tatlı bir dürtü anlamına gelirken, "Hiya" kelimesi, utanç ve mahcubiyet duygularını ifade eder.

Sosyal İlişkileri İfade Eden Özel Sözcükler

İnsanlar arasındaki ilişkiler, kültürlerin temel yapı taşlarından biridir. Farklı kültürlerde, sosyal ilişkileri ifade etmek için kullanılan sözcükler de farklılık gösterir. Örneğin:

  • İngilizce: "Cosy" kelimesi, sıcak, rahat ve samimi bir ortamı ifade ederken, "Hygge" (Danca kökenli) kelimesi, basit şeylerden keyif alma ve rahatlamayı ifade eder.
  • Arapça: "Karma" kelimesi, bir kişinin kaderi veya yaşamındaki olayların birbiriyle bağlantılı olduğu inancı ifade eder.

Soyut Kavramları İfade Eden Özel Sözcükler

Farklı kültürler, soyut kavramları farklı şekillerde algılar ve ifade eder. Örneğin:

  • Almanca: "Fernweh," hiç gitmediği bir yere duyulan özlem anlamına gelirken, "Schadenfreude," başkalarının başına gelen kötü şeylerden zevk alma duygusunu ifade eder.
  • Yunanca: "Kairos," doğru zaman veya fırsat anlamına gelirken, "Metanoia," zihinsel bir dönüşüm veya kişinin hayatına dair derin bir anlayış kazanması anlamına gelir.

Dilin Kültürel Kimlik Üzerindeki Etkisi

Dil, sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir kültürün aynasıdır. Bir dildeki sözcükler, o kültürün değerlerini, inançlarını ve yaşam tarzını yansıtır. Örneğin, İnuitlerin karla ilgili zengin kelime hazinesi, onların yaşamlarının karla iç içe geçmesini ve bu doğal olaya karşı geliştirdikleri derin bir saygıyı gösterir.

Sonuç olarak, dünya dillerindeki farklılıklar, insanlığın ne kadar çeşitli ve zengin bir kültürel mirasa sahip olduğunu gösterir. Her dil, bir hazine gibidir ve bu hazineleri keşfetmek, farklı kültürleri anlamamıza ve dünyaya daha geniş bir perspektifle bakmamıza yardımcı olur.

linç kültürünün npc davranışı olduğuna dairdir

 



sosyal medyada ve genel olarak toplum içerisinde hayatın içerisindeki sosyal meydanlarda sürekli olarak artmakta olan linç kültüründen ve bunun bir npc davranışı olduğundan bahsetmek istiyorum. öncelikle bu sözcüğün, "linç" sözcüğünün anlaımına tdk'dan bakalım.

"Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi."

yani şöyle açıklayayım. ortada suçun varlığı henüz kesin değil. yani bir olay var, bir suç olduğu düşünülüyor ve olay anında kişi dövülüyor yahut öldürülüyor, yahut sosyal medyadan itibarına karşı çeşitli ağza alınmayacak sözler söyleniyor. şimdi linç direkt olarak bildiğim kadarıyla TCK'da bir suç olarak bulunmuyor ancak şöyle ki, linçte yapılan davranışlar bir şekilde suç unsuru oluşturuyor zaten. örnek veriyorum bir kişiye karşı, anlamadan ve bilmeden, durumun gerçeğini hiç duymadan, araştırmadan, halka karşı bu durumda kin duymaya itersen, o kişiyi aşağılarsan, bu durum TCK'da 216/1 maddesine göre, "halkı kin ve düşmanığa tahrik ve aşağılama" suçuna giriyor. toplumumuzda ne var mesela hemen bahsedeyim.

insanlarımız özellikle taciz konusundan müzdarip, yani kadınlarımız. toplum içerisinde, toplu taşımada yahut yürürken, bir kadın taciz edildiğine dair bağırdığı anda o kişi orada dövülüyor. taciz olsa da olmasa da belirteyim, o kişiyi orada dövmek suç. başta bunu kavrayalım. yani herhangi birinin söylemine karşı hemen bir kişiye karşı on kişi atlayıp dövdüğünüz takdirde suç oluyor. ayrıca birden fazla kişiyle dalıyorsanız muhtemelen suçun ceza miktarı daha fazla da artıyor diye biliyorum, yani ilk başta bunu kavrayalım. sonra yok efendim benim maksadım kadını korumaktı falan filan durumlarına girmeye kalkmayın.

ortada velev ki bir suç varsa da ilgili kolluğa haber verilir, kollukça gerekli araştırma yapılır, tahkikat gerçekleşir, sonra olay savcılığa geçtiği takdirde savcılık soruşturur, savcılık da burada bir suç olduğu kanısına varır ise bu hususta mahkeme tarafından cezalandırılması amacıyla bir iddianame düzenler, bu doğrultuda mahkeme de eğer ki suçlu görürse o kişi hapis cezası yahut adli para cezası alarak cezasını çeker. siciline göre çekmeyedebilir bu ayrı bir olay. ama bir şekilde bir suçun, suç olarak sübut bulabilmesi için bu aşamalardan geçmesi gerekiyor. kimse deli yürek vari hareketlere girmeye kalkışmasın yani.

ki ortada şöyle bir olay var. kadının doğru söylediğinden nasıl emin oluyorsunuz da o insanı dövebiliyorsunuz yani. yolda alelade tanımadığınız kadın yani. belki adama bilerek başka bir konudan dolayı iftira atıyor, kadın da toplumun "npc" karakterleri çokça barındırdığı için, böyle bir yola başvurarak adamın dövülmesini sağlıyor, ne bileyim itibarını zedelemek istiyor vs. neden siz bu duruma alet oluyorsunuz, illa bu gibi durumlar sizin de mi başınıza gelmeli. bir kişiyi meydanlarda, toplu taşımada dövmek ayrı suç sosyal medyada itibarına karşı aşağılamak hali, yahut yukarıda da dediğim gibi halkı bu doğrultuda o kişye karşı tahrik etmek ayrı suç. bildiğiniz suç arkadaşlar TCK'da varolan bir suç. kimse kendi adaletini kendi sağlamaya kalkışmasın. ayrıca bunu yapan npc karakteri olanlara şunu sormak istiyorum, aynı durum bir erkeğin başına gelse, bir erkek kadın tarafından taciz edilse, yahut kadın tarafından kötü bir duruma düşürülse o erkeğin yanında olacak mısınız? ha yanında oldunuz diyelim, bunu o kadına nasıl göstereceksiniz?

yani karşıdaki erkek olunca hemen dövebiliyorsunuz ya hani. kadın olunca şey dersiniz değil mi, yok efendim olur mu öyle, kadın hiç taciz eder mi,  erkek yapmıştır falan dersiniz değil mi? bunu da yapan yine erkekler yani, hemcinslerim, düşünemiyorlar. daha doğrusu söz konusu kadın olduğunda farklı uzuvlarıyla düşünmeye çalışıyorlar, hemen bir kahramanlık haline bürüneyim, hadi bu erkeği kendi elimle cezalandırayım haline giriyorlar.

bunu yapmayın, bu sizi kahraman yapmaz. bu sizi suçlu yapar, belki sicilinizi bozar, belki girmek istediğiniz işe girmenizi engeller. bir şeyler yapmadan farklı uzuvlarınızla düşünmek yerine mantıklı olarak düşünün, mantıklı bir karar verin. o anda düşünüp kalmayın, o anın sonrasını düşünün. insanları linç etmek doğrudan suç değil ama linç içerisindeki eylemler sebebiyle zaten suç haline çokça rahat şekilde dönüşüyor. 

neden npc davranışı olduğunu belirteyim. nedir npc, oyunlarda hiçbir düşüncesi, hiçbir mantığı olmadan, belli birkaç kodlamalar doğrultusunda aynı eylemleri yapan kişi ve kişiler bütünü. sizin anlayacağınz dilden. yani bir yere yürümeye dair kodlama verilir, o kişi oraya öylece yürür. yani siz de, bir kadın beni taciz etti dediğinizde hurra hemen 'tacizci olduğu henüz belli olmayan' kişiye saldırdığınız an, npc karakterlerden farkınız kalmıyor. var mı kadının kanıtı, varsa da dövmeyeceksin. kolluk yapacak işini. sen bir şey yapamazsın, yapacağın tek şey ihbar etmek olur, ki bunu da yine o kadın yapabilir. yapamayacak durumda olursa yaparsın o ayrı bir şey. ama kadınlarımız zaten her zaman diyorlar ya, "biz her şeyi yapabiliriz" diye. böyle bir durum elbette ki hiçbir insanın başına gelmesin, taciz, tecavüz çok berbat olaylar. ama merak etmeyin bu duruma uğrayan erkek olsun, kadın olsun, polise ihbar edip gereğini yapabilir. siz hemen kadının komutuyla hareket edip oradaki kişiyi darp etmek suretiyle linç etmeniz suç. düşünün sadece, bir şeyler yapmadan önce biraz düşünmek gerek.

saygılarımla.


26 Temmuz 2024 Cuma

kadınlara yapılan 'pozitif' ayrımcılığa dairdir

 



kadınlara gerek iş yerlerinde gerek toplu taşımada yapılan 'pozitif ayrımcılığın' aslında bir saçmalık olduğuna, bunun erkeklere yapılan bir haksızlık olduğuna önemli noktalardan değinmeyi amaçlıyorum, haydi başlayalım.

örnek veriyorum, bir erkek ve bir kadın aynı işe girdiler, aynı pozisyonda, unvanda çalışıyorlar. böyle bir iş yerinde, 'kadının yapamayacağının düşünüldüğü' bir iş var diyelim yahut işler. ancak o iş o pozisyonun tanımında bulunuyor. yani o pozisyonda bulunması nedeniyle, işe girenin cinsiyetine bakılmaksızın o işi yapması gerekiyor. ama aynı iş ortamında bir erkek var ise, oradaki kadına pozitif ayrımcılık adı altında o iş erkeğe bırakıldığı an burada 'pozitif ayrımcılıktan' söz etmek yanlış olur. erkeğin burada suçu ne? neden kendisiyle aynı statüde olan birisi yalnızca 'kadın' olduğu için, kendisine daha fazla iş yükü binsin ki? erkek olmayı yahut kadın olmayı kendisi mi seçti demeyeceğim. olay bu değil. olay şu. o kadın bu işin görev tanımlarını bilmeli ve bu şekilde o işe başvurmalı. ha diyelim bildi yahut bilmedi, o şekilde başvurdu ve işe hak kazandı. bu artık erkeği bağlamaz. o iş kadına verildiyse kadın yapacak, erkeğe verildiyse erkek yapacak. kimse cinsiyetinden dolayı fazla yahut az iş yapmamalı. buna pozifit ayrımcılık demek başlı başına saçma bir olay. ayrımcılık zaten başlı başına insanları ayırıyor, sen başına ister pozitif getir ister negatif getir boş yani. o kelime bir kere başlı başına yanlış anlama geliyor. iş yerinde ayrımcılığı neye göre uygularsın, bir personelin özverili çalışıyordur, onu o anlamda daha bir üstte tutarsın, onu anlarım. kadın olur, erkek olur, işini iyi yapan bana göre üstte tutulmalı, gerektiğinde ödüllendirilmelidir. ama kimse yalnızca cinsiyeti nedeni ile işten kurtulmamalı yahut daha fazla çalışmamalıdır.

yine iş ortamında bir örnek vereceğim ki, bu benim halen aklımı almıyor, adeta delirtiyor. hemen bahsedeyim. devlet kurumları açısından belirteceğim bu durumu, özel şirketler adına durumu bilmiyorum. biliyorsunuz ki erkekler için zorunlu bir askerlik görevi var. diyelim ki erkek şahıs belli bir süre belli nedenlerle askerliği tecil ettiriyor. bir yandan çalışıyor. belki yıllardır çalışıyor. ancak sonra tecil süresi bitince mecburen askere gidiyor. 6 aylık bir süre. şimdi bu erkek şahıs 'zorunlu' olan görev nedeniyle askere gittiğinde maaşının hepsini almasını geçtim, 3'te 1'ini dahi alamıyor. kimse soruyor mu acaba bu erkeğin bakması gereken bir ailesi, bir anne babası var mı? yahut ödemesi gereken borç var mı? gerçekten bu hiç sorgulanmıyor mu, hiç mi bu zamana dek bu gibi durumlara düşen olmadı. bu gibi durumlara düşen hemcinslerim ne yapıyorlar gerçekten merak ediyorum. kişinin maaşını kendisi için almasını da geçtim. diyelim ki gerçekten hasta anne babası var, kendisinden başka maddi anlamda bakacak kimse de yok. bu kişi maaşını 6 ay alamayınca ailesine nasıl para gönderecek sorarım. peki ya kadınlarda şu durum nasıl oluyor belirteyim. diyelim ki bir kadın hamile kaldı, bu hamile kalmakta ne kadar sınır oluyor bilmiyorum, yani sınırdan kastım kaç çocuğua kadar bir durum var bilmiyorum muhtemelen öyle bir sınır da yoktur. neyse konuya geçeyim. diyelim ki kadın hamile oldu, doğum iznine ayrılacak. doğumun evvelinde 8 hafta, doğum sonrası da 8 hafta "ÜCRETLİ" izne ayrılıyor. evet, ücretli. kadın gayet, istediği kadar çocuk yapıyor, yaptıkça da toplamda 16 hafta, yani toplamda 4 ay boyunca ücretini alıyor. 3 kez çocuk yaptığını varsayalım. her çocuk için 16 hafta, 48 hafta. neredeyse 1 yıllık bir süre kadın 3 çocuk için ücretli şekilde izin kullanabiliyor. ve bilindiği üzere çocuk yapmak aile kurmak bunlar kişinin, ailenin "ARZUSU" dahilinde olan şeyler. yani kadın hayatı boyunca çocuk yaptıkça ücretli izne ayrılabiliyorken, erkek "zorunlu olan vatan hizmeti" yerine getirirken, ki bilindi üzere bir kez yapılıyor, bu durumda ailesinin durumuna, kendi durumuna bakılmaksızın maaşının herhangi bir kısmını alamıyor. ne kadar da harika bir şey değil mi pozitif ayrımcılık, bu açıdan bakmış mıydınız, ya da bunu biliyor muydunuz? bilmiyorsanız da öğrenmiş oldunuz bu yazı ile.

bir diğer durum toplu taşıma. hep iş yerlerinden örnek vermeyeyim. toplu taşıma kişilerin keyfine bakılmaksızın, özel olan bir araç değil bilindiği üzere. diyelim ki ben toplu taşımada bir yere seyahat ediyorum. yahut dolmuş diyelim. her yer dolu. bir tane ikili koltuk var, bir tane de tekli koltuk. ben erkenden gelmişim tekli koltuğa oturuyorum. ikili koltuğun birinde erkek var diğeri de boş. kadın geliyor. aman efendim ben bir kadınım erkeğin yanına oturmam diyor. diğer insanlar da adeta "NPC" gibi, evet "NPC", bunun ne olduğunu bir yazımda anlattım, özetle belirtmem gerekirse, düşüncesi yok, zikri yok, fikri yok, düz kodlanmış bir insan diyelim. bu gibi insanlar, tabi efendim olur mu öyle, sen tekli koltuktan kalk, diğer erkeğin yanıan geç, kadın tekli koltuğua otursun diyorlar. neden yahu? ben erkenden geldim oturdum. ben geç geldiğimde kadını yerinden edebiliyor muyum? ve neden edeyim. kadın erken gelmiş oturmuşsa orası onun hakkıdır, oturmuştur, bitmiştir artık. ben gelmişsem benim hakkımdır, bu kadar düz ve basit bir mantık. çok özel olarak seyahat arzusunda olan 'kadınlar' var ise ya özel araba alırlar ya da taksi tutarlar. bu gayet açık yani. 

hayatın hemen hemen her alanında pozitif ayrımcılık lafını duyuyorsunuzdur, aklınza gelebilecek her yerde. bu benim canımı çok sıkıyor çünkü erkeğe de kadına da, kimse kimseden dolayı bu hayatın zorluğunu daha fazla çekmemeli. pozitif ayrımcılık dediğimiz şeyin pozitiflikle alakası sadece kadınlaradır. bir yerde bir insana alakasız şekilde fazla gösterilen müsamaha, oradaki diğer insanlara karşı saygısızlık ve adaletsizliği oluşturur. hayatın hiçbir yerinde, kesinlikle pozitif ayrımcılığı bu örnekler ve daha da çoğaltılabilecek örnekler sebebiyle desteklemiyorum. kimsenin cinsiyetinden dolayı ayrımcılık görmesini doğru bulmuyorum.

saygılarımla.

yeterince büyütülmeyen bir yerli komedi: sağ salim

 


yerli komedilerden bana göre en büyütülmesi gereken durum komedisidir sağ salim, filme dair, filmin hikayesinden bazı detayları sunacağım. filmi izlemek arzunuz var ise önce fragmanı izleyip sonra da filmi izlemenizi, daha sonrasında da bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. filmi baştan sona izlediyseniz gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.

sağ salim filmi genel olarak durum komedisinden oluşuyor. ilk film ve beraberinde ikinci film de durum komedisi. hatta ilk film bana göre bunu daha doğal şekilde yansıtıyor. klasiktir, ilkler genelde çok çok iyi olur, devam filmi, devam filmleri genel olarak ilk film kadar iyi olamaz. bu seride de öyle. sağ salim 2: sil baştan filmi de gayet güzel bana göre, ama ilk filme göre daha bir doğal hava yok gibi geldi bana.

bunun sebebi de aslında baş karakterimiz salim'in artık cinayetlere alışmış olması. ikinci filmde daha bir sıradanlaşıyor bu durum. ilk filmdeki tepkilerini yansıtması çok daha keyifliydi. çünkü kendisi hayatında ilk kez bu durumlar içinde olan bir şahsı canlandırıyordu.

sağ salim filmini nasıl anlatabiliriz, şöyle diyeyim. aslında bir çeşit yerli seri katil de denebilir. yani aslında istem dışı seri katil olmuş biri. tck'ya göre nasıl anlatılır, muhtemelen taksirle öldürme olarak adlandırabiliriz. bu karakterimiz taksirle seri olarak öldürüyor. yani ortada taksirle zincirleme şekilde öldürme olayı da var.

filmin hikayesi şöyle başlıyor, salim karakteri, yaşadığı köydeki muhtarın isteği üzerine sahipsiz bir cenazeyi, vasiyet nedeniyle sivas'a götürüyor. kendisi o sırada henüz ölüden dahi korkan birisi. tek başına, arabasında cenazeyi sivas'a götürmesı olayı da filmin esas durumunu oluşturuyor. yani film hep bu yol üzerinde çeşitli, birbirinden bağımsız karaktelerin bir şekilde salim'e denk gelişi ve salim'in taksirli eylemleri nedeniyle, salim'den nasiplerini alışı olayını anlatıyor. bana kalırsa yerli komedi adına mükemmel bir durum komedisidir sağ salim filmi. karakterler de bana göre çok çok iyi. salim karakteri, nihal karakteri, recai falan çokça iyiler. nihal'in babası olan halit karakteri. yani şöyle söyleyeyim ilk filmde yalnızca sesi telefondan duyulan nihal'in annesinin seslendirmesine kadar filmin detayları bana göre çok çok güzel. seyir zevkini çokça sunan bir komedi filmi.




filme aslında sadece komedi filmi olarak da bakmamak gerek, filmde genel olarak salim'in, tck'ya göre "taksirle öldürdüğü" kişiler genel olarak suç işleyen bir kitleden oluşuyor. bazen salim öldürüyor, bazen dolaylı yoldan öldürüyor. yerli bir seri katil, yerli bir komedi filmindeki muazzam bir seri katil salim karakteri. filmin vizyona girdiği yıl 2012. yani bahsettiğim ilk film. ilk filmden bu yana halen neden yeterince büyütülmedi bilemiyorum. beğeni algımız mı çok değişik emin değilim. bu filmin diğer kaliteli komedilerden eksiği yok, belki de çokça fazlası olduğudan büyütülmemiş olabilir. imdb puanına şuan baktım mesela, puanı beni çok şaşırttı. 6.3 verilmiş bu filme. bu filmin en az 8.5 olması gerekirdi bana göre. şimdi 8.5 diyorum evet ama, gora filmi mesela 8.0 almış imdb'de.

amacım sağ salim filmini gora ile kıyaslamak durumu değil ancak bana göre sağ salim kendi alanında, kendi hikayesinde, gora da kendi anlattığı hikayede çokça başarılı yerli komedi örnekleri. yani gora ne kadar yerli komedide "kült" diyebileceğimz şekilde yerini almış ise, her izlendiğinde güldürebiliyorsa, sağ salim de bu denli "kült" film olmalı, belki bugün belki yıllar sonra bilemiyorum.

sağ salim 12 yıldır yeterince büyütülmedi, yeterince büyütülmesi gereken bir komedi filmi, özellikle de salim karakteri büyütülmesi gereken bir karakter.


25 Temmuz 2024 Perşembe

ceset yakmanın etikliğine dairdir

 



bir insanın ölümünden önceki son arzusunu yerine getirmek bana göre çokça etik, olması gereken bir davranıştır. eğer kişi ölümünden evvel son arzusu olarak cesedinin yakılmasını istemiş ise, olanaklar dahilinde de o kişiyi yakmak gayet onurlu bir davranış olacaktır. tabi bu durum ülkemizde pek mümkün değil, zira ülkemizde kişinin yakılması için gerekli olan "krematoryum" adı verilen cesedin yakıldığı yerler yok. evvelden var mıydı yok muydu bilmiyorum ancak şu an, 25 temmuz 2024 günü yapmış olduğum güncel araştırma sonrasında ülkemizde krematoryum olmadığını öğrenmiş oldum. yani türkiye'de ölmeniz halinde böyle bir isteğiniz var ise muhtemelen cesediniz en yakın krematoryum bulunan yere götürülür ve bu ülkede yakılır diye düşünüyorum, en azından yasal olarak bu şekilde.

ayak işleri dizisini izleyenler bilirler. bir bölümde tam da bu durum anlatılıyor idi. işte ölmeden önce kişi, küllerinin bir yerlere dökülmesini arzu ediyor, ayak işleri dizisindeki esas karakterler de bu kez bu iş için yola koyuluyor falan. tabi legal olmayan, illegal yolu tercih ediyorlar.

bu durumun ülkemizde neden olmadığını da anlamış değilim, yani her insan elbette gömülmek isteyecek diye bir şey yok. kişinin son arzusu neticede, yakılmak da isteyebilir insan. yakılmak da neticede bir arzu. bazı insanlar yaşarken de bir isyan göstergesi olarak kendilerini yakıp bu şekilde intihar edebiliyorlar. yakılmak geçmişten günümüze dek insanlar tarafından gözde olarak görülen bir ölüm seçeneği. belki de bazı legal olmayan kişiler için de bir çeşit cesetten kurtulma yöntemidir, onu bilemiyorum. ama genel olarak ben kişinin ölmeden önceki arzusuna yönelik, ülkemizde de krematoryum olması gerektiğini kesinlikle düşünenlerdenim. yani neden insan kendi ülkesinde yakılamasın ki? neden yakılamasın çünkü gerekli imkanlar ülkemizde yok. peki ölen kişi, en azından son arzu olarak bunu istiyorsa, bu illa ki farklı bir ülkede mi yapılmalı yani? kişi belki özellikle türkiye'de yakılmayı arzu ediyor. yaşadığı topraklarda yakılmak istiyor yani. krematoryum da yok nasıl yakılacak bu insan yahut bu insanlar.

mesela yukarıdaki görsel, assassin's creed revelations isimli oyuna ait. bu görselde kişinin nasıl yakılabildiği de gösteriliyor aslında. gerçi bu yöntemi bazı filmlerde falan da görmüş olabilirsiniz bilmiyorum yahut belgesellerde vs bilemiyorum. bence kişinin yakılması için gayet norma uygun bir yöntem. krematoryum olmayan ülkeler için gayet alternatif bir ceset yakma yolu. en azından ölen kişi de bunu arzu etmiş ise, ölmeden önceki isteği de yerine gelmiş oluyor.

netice olarak yazıyı sonlandırmadan önce ceset yakmayı ölen kişinin son arzusu halinde gayet anlamlı ve norma uygun buluyorum, etik görüyorum. kişi dünyada bazen ve belki de çoğunlukla istediği gibi yaşayamıyor bari en azından cesedine ne yapılması gerektiğine kendisi karar verebilsin değil mi?



20 Temmuz 2024 Cumartesi

mobbing cinayetlerinin artmasına dair

 



ingilizceden dilimize geçmiş olan mobbing sözcüğü anlam olarak türkçede "bezdiri" sözcüğüne karşılık geliyor. peki bezdiri sözcüğüne anlam olarak bakalım neler çıkıyor. dilimizdeki anlamı bu sözcüğü o kadar güzel karşılıyor ki, hemen sözlük.gov.tr'de yazdığı gibi buraya aktarıyorum.

"İş yerlerinde, okullarda vb. topluluklar içinde belirli bir kişiyi hedef alıp, çalışmalarını sistemli bir biçimde engelleyip huzursuz olmasına yol açarak yıldırma, dışlama, gözden düşürme."

bezdiri, yani ülkemizde de yaygın olarak kullanılan mobbing bu anlama geliyor. sizce yukarıdaki cümlenin bu çağla aslında bir ilgisi var mı?  bana aslında hiç de çağımızın hareketi gibi gelmedi. bu bildiğin eski zamandaki kölelik uygulaması. mobbing işi biraz hafifletiyor, hafifletiyor dememe de bakmayın, insanlar mobbing sebebiyle intihar ediyor. daha geçtiğimiz günlerde yaşandı hatta, benim de zaten bu yazıyı amaçlamam bu olay sonrasında başladı.

bunu yapan kişiler, iş yerinde belli kişilerin amiri olan kişiler, işçilerini sanki kendisi olmazsa hiçbir önemi yokmuşçasına görüyor, gel, git, getir, götür vb. tarzında konuşmalar dahi hoş değilken, bazı amirler var ki iş yerinde aşağılayıcı cümleler kullanarak kişiyi küçük düşürücü ifadeler kullanıyor. bazı insanlar, özellikle de çevredeki insanlar bu baskıya, "bir şey olmaz, amirin sonuçta, tamam de geç." şeklinde basitçe yorumlasa da olay böyle değil. bu baskıya, bu işçiyi köle olarak görmek haline hiç kimsenin hakkı yoktur. orada insan çalışıyorsa eğer aldığı maaş için çalışıyor, keza amir olan kişi de bir şekilde kazandığı para için orada bulunuyor. herkesin maksadı genel anlamıyla para. hatta para boyutuna da geçip şu açıdan bakalım. diyelim ki bir insan meslekte belli bir yılı geçirmiş. diğer yılları gayet huzur içinde geçmiş iken, olur ki amiri değişiyor, yahut kendisinin pozisyonu değişmesi sebebiyle başka bir amirle çalışmak zorunda kalıyor. ve işini çokça seviyor olmasına rağmen yeni amiri kendisini adeta bir köle olarak gördüğünden, dilediği gibi aşağılama, hakaretvari konuşma hakkın kendisinde gördüğünden o kişiye sadece kötü davranmak ile kalmayıp ayrıca o kişinin mesleğine olan ilgisinin de kendisinden koparıp alıyor. yani demem o ki, olay sadece para olayı da olmayabiliyor bazen. para ebette ki günümüzde bir şekilde yaşamımızı devam ettirmek adına önemli bir olay. ancak insanlar paranın beraberinde yaptığı işi de severek yapıyor olabilirler. ancak bu örnekte belirttiğim tarzda olan amir pozisyonundaki kişiler bu gibi insanların mesleğe olan sevgisini de elinden alıyor.

keza mobbing uygulamaları sonrasında bazı insanların sadece mesleğe olan sevgisi elinden alınmıyor, hayata dair eğer yaşama sevinçleri var ise o da ellerinden alınıyor. bu hayatta kaybetmememiz gereken, bizi ayakta tutan en önemli etkenlerden biri de yaşamak eylemine dair bir sevinç hali. bu hal de gittiğinde, insanlar çözüm intihar etmekte bulabiliyorlar. peki soruyorum, buradaki intihar mı sadece? intihar olarak basitleştirmek ne kadar mantıklı? mobbing suç değil midir, bunu intihara sürükleyen kişi yahut kişilerin bu intiharda yahut intihar da demeyelim, dolaylı yoldan cinayet yani. bu cinayette hiç mi etkileri yok. elbettte var, ki zaten en önemli etkenler de mobbing suçunu işleyen kişilerin eylemleri.

mobbing kavramının basitleştirilmesinde, kişinin çalıştığı kurum veya kuruluştaki iş arkadaşlarının da etkisi çok büyük. kişi mobbinge uğradığını belirttiğinde, çevresindeki iş arkadaşları da onu anlamayıp aksine yukarıda da belirttiğim gibi, "amirin işte olur öyle şeyler.", "hata biraz da sende.", "işini daha iyi yaparsan böyle olmaz.", "işine önem vermiyorsun." gibi cümlelerle kişiye daha da kötü etki etmiş oluyorlar. mobbing eylemini yapan ne kadar kötü ve suçlu ise bu suçu hafiflettirmeye çalışanlar da bana göre bu suça ortaklardır. mobbing olayını kaldıranlar olur kaldıramayanlar olur, umursayanlar olur, umursamayanlar olur. ben bunlarla asla ilgilenmiyorum. bir insan bu olayı kaldırabiliyor diye, umursamıyor diye de ona yüklenilmesi olayı o suçu hafifletmez. tekrar tekrar aktarıyorum, bu suç. mobbing suçtur. mobbinge maruz bırakılan kişi intihar etse dahi etmese dahi bu olay suç. şey gibi düşünün ya, bir insanı yaraladığınızda bu suça giriyor mu evet? illa ölmesi gerekmiyor neticede. bu yine suç işlediğinizi, suçlu olduğunuzu gösteriyor. mobbing de böyle, siz her eyleminizde karşı tarafı yaralıyorsunuz, şiddet illa ki fiziksel olacak diye bir durum yok neticede. psikolojik şiddet insanı içten içe ölüme götürebilir. 

bunun etkisi nedir bilmiyorum ancak mobbing olayının daha iyi anlaşılması için bu konuda amirinden çalışanına kadar herkese eğitimler verilmeli diye düşünüyorum. mobbingin suç olduğuna dair amirlere eğitim verilmeli. bu gibi olaylarda mobbinge uğrayan kişiye ne yapması konusunda eğitimler verilmeli. yahut iş yerinde mobbinge uğrayan kişiye nasıl davranılması konusunda iş arkadaşlarına, yani genel olarak iş yerindeki her kişiye ayrı ayrı eğitim verilmeli. kişi mobbinge uğrasın ya da uğramasın, kişi mobbing uygulasın yahut uygulamasın, eğitimin fazlası yoktur diye düşünüyorum, zararı da yoktur. herkes bilinçlenmeli, herkes öğrenmeli. 

ben bunu burada yazıyorum, ha birilerine etki eder mi etmez mi bilmiyorum, ama genel olarak ben bir insanın mobbing sebebiyle öldürüldüğünü öğrenince, evet öldürüldüğünü diyorum çünkü intihar diyerek bunu sadece kişiye asla yükleyemem. bir insanın mobbing seebiyle öldürüldüğünü öğrenince içim acıyor, insanların düşüncesizce beraber çalıştığı insana yahut insanlara davranışlarının ne derece kötü olduğunu bu gibi haberlerden görünce, yahut bizzat denk gelince içim acıyor, kötü oluyorum. bu gibi "mobbing cinayetleri" içimizi acıtmıyorsa, insanlığımızı sorgulamalıyız diye düşünüyorum.


düşünen bir varlık olmanın dayanılmaz zorluğuna dairdir

 


bu yazımın başlığını 15.10.2023 günü saat 19:31'de atmışım. yine eskişehir'de yaşıyor olduğum dönemde yyazmaya karar verdiğim fakat öylece kalan bir yazı.

insan olmanın temelinde düşünmek bulunur, fakat çoğu insan düşünmez, bazısı da düşündüğünü zannettiğinden düşünmez. bazıları var ki genel olarak yaşayış halinin içinde hep düşünmek halindedir. ben bu halimden çok memnun olduğumu söyleyemeyeceğim ancak yaşamak halinin içinde sürekli olarak düşünüyorum, bu oldukça yorucu bir duruma getiriyor beni. herhangi bir haksız eylemi düşünmek durumu, yahut genel olarak aklıma gelen bir konuyu düşünmek, bazı bazı düşündüğümü not almak. gerçekten çok yoruyor.

düşünmek, düşünceli olmak hali nasıl oluyor size şöyle belirteyim. düşünmeyi henüz bilmeyen insanlar adına aktarıyorum. diyelim ki ortada benimsemediğiniz, size uygun gelmeyen, size ters gelen bir düşünce hali var. sizler bu düşünce ve düşünceler dizisine dair anlam verememek halinizi bazen 'dalga geçerek' bazen 'hakaret ederek' bazen 'aşağılayarak' gösterirken ben bunların hiçbirisini yapmıyorum.

bir örnek ile nitelendireyim. ortada herhangi bir filmden hoşlanan bir insan var, film de toplumun birçok kesminde eleştirilen, beğenilmeyen bir film. ancak o insan o filmi çok beğeniyor, çokça seviyor. o filme olan beğeni hissine sahip çıkıyor. şuan toplumumuz ne diyor genelde bu gibi durumlarda, "bunu da izlemezsin", "bunu izleyen kendine insan demesin" vs vs gibi saçma sapan cümleler. anlamsız, manasız, cümle kurmak adına cümle kurulmş olan haller. ben ne diyorum, olabilir, belki filmde kendinden bir şeyler buldu, belki hoşuna giden bir tarafı vardı. yahut sadece sevdi yani, bana ne, beni ne ilgilendirir, izlemiş, sevmiş. olay sadece bu yani. benim üzerime düşmez bunun eleştirisini yapmak.

düşünceli olmak anlamında düşünmek, buradaki farkı anlamlandırmaktan geçiyor. birinin yaptığı bir eylemden ben zarar görüyor muyum, hayır. o yaptığı eylem sadece onu ilgilendiren bir eylem mi, evet. o halde benim bu durumda, onun yaptığı eyleme karışma hakkım yoktur.

ha benim durumum biraz daha farklı çünkü sadece olay burada kalsa yine kolay ama ben daha farklı boyutlarda gece gündüz, çalışırken vs hemen hemen her durumda düşünüyorum. yoruluyorum. ben ve benim gibi bu şekilde 7-24 düşünmek halinde olan insanların hayatı dayanılmaz zorluktadır, bilenler bilirler. özellikle de böye "düşünceli olmak anlamında düşünemeyen" insanları çokça barındıran güzel ülkemde bu denli düşünen bir varlık olmak, dayanılmaz çokça dayanılmaz zor.


18 Temmuz 2024 Perşembe

Türkiye'ye göre çokça kalifiye birey olduğum gerçeği




blog sitemde 7 yıldır sizlere mümkün oldukça çeşitli konulardaki düşüncelerimi aktardım ve geçtiğimiz ay itibariyle blog sitemde girmiş olduğum 8. yılda da buna devam ediyorum. bu yazımda daha çok kendimi aktarmak istedim. başlıkta belirttiğim üzere Türkiye'ye göre oldukça kalifiye bireyim, çünkü Türkiye genel anlamıyla ortadoğu ülkesi. ne yapsak ne etsek de durum bu, ülkenin hangi kesiminde bulunuyorsanız bulunu her insan biraz biraz ortadoğu barındırıyor içinde. yanlış anlaşılmasın, ben kesinlikle diyemem ki Türkiye'deki en kalifiye bireyim, asla. beni tanıyın, düşüncelerimi kavrayın, ondan sonra buna siz karar verin. ben sadece Türkiye'ye göre genel itibariyle kalifiye olduğumu söylüyorum. bu asla kendimi övmek için söylediğim bir şey değil. bu yazı içerisinde kendi yazılarımdan örnekler vererek durumu açıklayacağım yer yer. bu şimdi bahsettiğim konuyu da en iyi anlatan yazım, kendini bilmenin dışa vurumu ego mudur? isimli yazımdır. bu yazımı okuduysanız yahut okuyacak olursanız, buradan sonraki yazının devamını da daha iyi anlayabileceksiniz diye umut ediyorum. zira öncelikle önemli olan iletişim, iletişim olmaz ise, benim ve beni okuyan okuyucu arasında bir sağlıklı iletişim sağlanmaz ise o halde bu yazıyı okuyana anlatmak istediğim durum geçmemiş olur. ben egoist de olurum, megaloman da olurum daha başka niteliklere de sahip olurum sizin gözünüzde, yani beni yanlış anlayan ve anlayanların gözünde öyle olurum. ki yeri geldiğinde kendime dair megaloman olduğuma dair bir eleştiri de aldım. bunu asla kabul etmiyorum, ama olabilir belki kendimi yanlış yansıtmışımdır. o sebeple karşıdaki insanı elbette gereksiz ve yersiz eleştiremem. zira dediğim gibi ben kalifiye bireyim bu ülkeye göre. elbette ki anlaşılmayacağım elbetet ki eleştirileceğim, önemli olan benim sahip olduğum, yönlendirdiğm tavrımın sakin olması olayı. beni buraya kadar anladınız diye varsayıyorum, şimdi de şuna değineceğim. herhangi birinin bana şöyle bir soru yönlendirebileceğini varsayıyorum.

herhangi birine dair herhangi bir soru: madem Türkiye'ye göre çok kalifiye olduğunu düşünüyorsun o halde neden halen Türkiye'de yaşamaktasın?

evet, güzel bir soru. beklenen bir soru olurdu. tamam, ben Türkiye'ye göre çokça kalifiye olduğumu düşünüyorum evet, ama bu demek değildir ki benim başka bir ülkede yaşamak arzum var yahut ülkemi sevmemeye dair bir arzum yok ki. yine bir yazımdan örnek vereceğim, o yazımda küçük iskender'in bir şiirine dair yorumlama yapmıştım, çok da severim. blog sitemde de son 1 yılda en çok okunan yazıdır aynı zamanda. yazımı zamanında sizlere, küçük iskender'in balkon değiştrmekten kastı neydi? başlığı altında sunmuştum. burada küçük iskender bana göre balkon değiştirmekle ülke değiştirmeyi kastediyor, keza şiirinde de bunu "kültür mozaiği sğmıyor, hümanizm sığmıyor, özgürlük sığmıyor!" şeklinde bahsediyordu Türkiye'den. evet, katılıyorum durum halen böyle. halen bu ve birçok şey bu balkona, bu ülkeye sığmıyor. ama benim balkon değiştirmek kastım maksimum şehir olarak var, o da neresi, benim için Eskişehr. ben Eskişehir'i çokça seven ve hayatımın büyük kısmını orada yaşamak arzusunda olan biriyim. benim için Eskişehir balkonu yetiyor, Eskişehir balkonu demişken de, oradaki balkonlar da gerçekten küçük, Fransız balkonu. hava alabiliyorsunuz sadece, ancak hoş yani, yeterli. mühim olan da bir hava almak bence daraldığında. şiire yeniden geleyim, iskender diyor ki "yaşadığın yeri arzuladığın yere benzetmeye çalışma!" hah. benim de öyle bir derdim yok zaten. tamam kalifiye olabilirim, ki kalifiye olma durumum genel olarak ne Eskişehir ile ne de başka ülkemizdeki gelişmiş şehirle kıyaslanabilir düzeyde bana göre. ancak benim kendimi tamamen özgür hissetmek gibi bir arzum yok. çünkü ben gerçek bir, tam olarak özgür yaşanabilir durumuna inanmıyorum, böyle bir şeyin gerçek olabileceği düşüncesini de pek gerçekçi bulmuyorum. özetle cevaplamam gerekirse, evet kalifiyeyim, ama yaşadığım yeri değiştirmek arzum yok. bu konuyu da daha iyi anlamak için, bu şiiri yorumladığım yukarıda bağlantısını bıraktığım yazıyı okuyabilirsiniz.


bu konuyu okuyan okur muhtemelen benim diğer yazılarımdan nasiplenmemiş ise, soracaktır. hangi davranışımla yahut neden dolayı kalifiye olduğumu söylediğimi merak ediyor olabilir. kalifiyeyim çünkü, bu ülkedeki toplumun genel anlayışına göre olaylara daha muasır bakabiliyorum. lgbti+ bireylere onları anlayarak bakabiliyorum, insanların yönelimine göre karşıdaki insanın da arzusu dahilinde beraber cinsel anlamda bir şeyler yaşayabilecekleri düşüncelerini onaylıyorum. elbette ki insanlar mutlu olacakları kişi ve kişilerle beraber olmalılar. evet kişilerle. bir insanın hayatı boyunca bir insana bağlı kalarak yaşamak arzusunu da doğru bulmuyorum. bunu da yine, cinsel ilişki devrimi başlığı altında anlattım. insanlar evleniyorlar ve hayatları boyunca tek bir kişiye bağlı yaşamaya çalışıyorlar, buna zorunda gibi hissediyorlar kendilerini, bazılar ise kendini kandırıyor, belki de büyük bir çoğunluk kendisini kandırıyor bilemiyorum. bir erkek kendisini tatmin eden birden fazla insanla olabilir, bir kadın da aynı şekilde kendisini tatmin eden birdan fazla insanla aynı zamanlarda yahut farklı zamanlarda birlikte olabilir. bunlar artık aşılması gereken, olağan, norma uygun durumlardır. bizler toplum olarak çok meraklı, ama özellikle de bomboş şeylere merakı olan insanlarız ne yazık ki. ünlü insanların kaset olaylarında da bu merakımızı o kadar saçma şekilde gözler önüne seriyoruz ki. daha geçtiğimiz gün olan olay mesela. isim yahut isimler kullanmayacağım. olay velev ki oldu velev ki olmadı. yetişkin bir insanın başka bir yetişkin olan insan ile gayet iradeleri dahilinde birlikte olmalarından kime ne, size ne? neden böylece ortaya atılan bir videoyu izleme gereği hissediyorsunuz? biz toplum olarak hani cinselliğe çok kapalı, bunu ayıp olarak görür, özellikle de kalabalık ortamlarda böyle şeyler konuşmazdık hani. yok hiç de öyle değil, gayet de toplum olarak insanların cinsel hayatını dehşet biçimde merak ediyoruz. hele ki toplum önünde adı sanı duyulan bir insan biriyle cinsel ilişkiey girince. velev ki hemcinsiyle velev ki karşı cinsle girdi. hemen sanki çok anormal durummuşçasına, aaa nasıl sevişir, nasıl ilişkiye girer. yok midem bulandı cart curt. güzel insan, sayın mükemmel okumuş görmüş bilmem ne yaşamış insan, sana kim izle dedi bunu? zaten neden izledin yani? başka iki insanın kendilerinden izinsiz olarak yayılanmış bir içeriği. ha şimdi olayın doğrusunu bilemem belki montaj belki değil ben sadece olaayın gerçek boyutta olması halindeki yapılması gerekeni söylüyorum. neden ya, neden böyle bir şeyi izliyorsunuz zaten, bu ne kadar etik? işte ben mesela böyle bir içeriği izlemiyorum, çünkü Türkiye'ye göre kalifiye bireyim. benim genel olarak böyle bir durum yaşanmışsa da bunu eleştirmeye hakkım yok çünkü beni ilgilendirmeyen durum, beni ilgilendirmeyen konularda da boş boş yorumlar yapamam, çünkü yine üzerine basa basa söylemek istiyorum, gerek düşünce anlayışım, gerek yaşamı, hayatı anlamlandırma halimle bu ülkeye göre oldukçe fana halde kalifiyeyim.


insanların özel hayatına müdahale etme hakkını kendimde bulundurmayacak kadar muasırım. çünkü yok yani arkadaşlar yok, yani herhangi ik insanın ya da birdan fazla insanın bir araya gelerek birbirinden mutlu olma halleri beni asla ilgilendirmez, kimseyi de ilgilendirmez. merak duygunuzu sizi daha çok muasırlaştırabilecek, daha çok birey haline getirecek alanlarda geliştirseniz emin olun ki çok büyük çoğunluğunuz o zaman bu gibi durumlara yorum yapma gereği dahi duymayacak. ancak bu ve bu gibi olaylar öyle bomboş şekilde medyatik oluyor ki, benim de burada doğru ve yanlışı siz insanlara açıklama ihtiyacım doğuyor. çünkü düşünüyorum, sürekli düşünmek halindeyim ve bilgimi eğer yansıtamazsam sunamazsam, beynimin içinde büyük bir birikinti haline geliyor, artık beni çokça yoruyor. hayattan soğutuyor, yaşamaktan soğutuyor. ben yeterince zaten birçok şeyden soğumuş bireyim. hemen hemen birçok şeyden soğudum, soğumaya da devam ediyorum. keşke ülke insanım her konuda söz hakkı sahibi olmadığı gerçeğini anlayabilse, o zaman kimse kimsenin hayatına da yersizce müdahale etmezdi. kadınlar istediği zaman diliminde istediği gibi çıkar, acaba tacize uğraacak mıyım gibi düşünlcere girişmezdi. ama bunu maalesef ki kadınlar da yapıyor, bu son bahsettiğim medyatik olayda cinsiyet ayırt etmeksizin her insan yerli yersiz hiç alakasız şekilde eleştiriler yağdırmışlar. asıl bunu kadınların yapmasını istemezdim yani. ama maalesef ki yapıldı, yapılmaya de devam ediliyor. insanlar nerede nasıl davranacağını bilmediği için biz ülke olarak gelişimimizi daha iyi şekilde sağlayamıyoruz.

böyle bir ülkede bu düşünce yapısıyla kalifiye olmam sizce de normal değil mi, aşikar değil mi, durum ve olay bu değil mi? apaçık ortada olan bir gerçeği yazıyor olmam ego değil, yalnızca kendimi biliyor olduğum gerçeğidir.

saygı ve sevgiyle.


16 Temmuz 2024 Salı

rezervuar köpeklerindeki kilit karakterleri değerlendiriyorum

 


şu ekibe bakar mısınız, gerçekten adeta bir suç çetesi gibi durmuyor mu? bence öyle. kesinlikle öyle, rolü yaşamak böyle bir olay.

not: filme dair herhangi bir detay dahi almamak isteyenler var ise okumalarını önermem.


yazıma başlamadan önce, yazımı yazarken bana içecek olarak eşlik eden, tarım krediden almış olduğum, tarım kredi marka yarım bardak süte teşekkürlerimi sunuyorum.

rezervuar köpekleri, quentin tarantino'ya dair ve genel olarak da benim izlerken en çok keyif aldığım filmdir. bu filmi neden seviyorum anlatayım, filmin olayı bu olduğu için yani konusu bu olduğu için direkt bahsedeceğim. birbirinden bağımsız suç işleyen kişilerin bir araya toplanarak elmas soygunu işi için bir araya gelmesi ve soygun sırasında başlarına gelen olaylar bu filmin konusu. beni de açıkçası en içine çeken olay da bu. birbirini tanımayan insanların toplanıp, farklı farklı kod isimlerle bir arada bulunup bu soygun işinde yer alması. ve büyük iş, neticesinde elmas soygunu yani.

ben burada filmdeki karakterleri değerlendirmek istiyorum, eğer bir suç işlenecek olsa hangi karakterle işlenmesi ne bakımdan iyi olur onu değerlendirmek istiyorum.

ve karakterlerin hepsini değil sadece, mr. white, mr. blonde, mr. pink. evet sadece bu üç karakteri değerlendireceğim yani en azından şuan öyle düşündüm. diğer karakterlere çok değinmek istemiyorum. genel olarak da filmin olayı bu üç karakter ve beraberinde mr. orange ile dönüyor. 

bir suç işleyecek olsam, güvenilirlik açısından kesinlikle mr. white karakterini bulundurabilirdim. gerçekten her anlamda yanımda duran biri olurdu. gerekirse kurşunun önüne kendisini atabilecek bir tip. sizi kesinlikle ama kesinlikle satmayacak biri. fakat kendisi sizi satmayacağı gibi siz de onu satmamalısınız elbette. bu gibi durumlara karşı çok fena sertleşebiliyor. filmdeki bir repliğini hatta çok severim, filmin henüz ilk sahnelerinde bu ekibi bir araya getiren kişi, yani patron diyelim. ekibin patronu, şaka olarak mr.blond karakterine, mr. white'ı vurması gerektiğini söylüyor. mr. white da ona, "beni rüyanda bile vursan kalkıp özür dilemen gerekir." diye karşılık veriyor. olay söz, kendisinden korkulması gerektiğini açıkça burada belli eden bir karakter. ama dediğim üzere, dostuna da gerçekten iyi davranan, onu satmayan, onu koruyan bir tip. ki bana kalırsa ekibin en güvenilir kilit karakteri de kendisidir.

mr. blonde karakterini alır mıydım? şöyle ki, karakter oldukça psikopat, hatta bu film ile özdeşleşen polise işkence sahnesi mevcut. bu sahnenin ayrıntısına girmeyeceğim, izleyenler bilirler zaten. eğer ekibe bir psikopat gerekiyorsa kesinlikle alınması gereken bir karakter. bu karakter peki sizi satar mı, açıkçası satacağını düşünmüyorum. satmayacağı konusunda filmdeki tavrıyla aslında kötü bir yanı yok. sadece psikopat tavrıyla sizi o işleyeceğiniz suçta ele de verebilir kurtaradabilir. nerede ne yapacağı pek belli olmadığından, her bir şey bu karakterden çıkabilir diye de düşünmüyor değilim. sağı solu belli olmaz. dikkat edilesi gereken biri.

peki ya mr. pink? mr. pink karakteri de ekipteki en kurnaz kişidir. kendisinin de filmde belirttiği üzere, profesyonel takılan kişi. o ekipte gerçekten soygun için bulunan ve bunun için de elinden geleni yapan bir karakter. eğer bu karakter başta dinlenseydi belki filmdeki olay çok daha başka yerlere gidebilirdi. ama dinlenmedi. bir suç işleyeceğiniz zaman yine de korkulası bir tip olabilir. çünkü söz konusu kendi çıkarı ise, sizi de satabilir, yahut vurabilecek bir tip. kurnaz evet ama kendine kurnaz. fakat burada yani filmde bulunduğu durum gereği de ister istemez ekibini düşünüyor. çünkü biliyor ki ekipten biri yakalandığında kendisi de yakalanabilecek bir duruma girebilir. bu sebeple bir suç işleneceği zaman bulundurulması gereken biri bu anlamda. zira kendi çıkarı konusunda sizi de koruması gerekliyse bunu en akıllı yoldan yapabilen kişidir mr. pink.

bu film gerçekten sinema tarihinin en etkileyici filmlerinden bana göre. birbirinden bağımsız insanların soygun için bir araya gelmesi, soygun sonrasındaki ruh halleri, öfkeli tavırları vs. o kadar gerçekçi yansıtılmış ki quentin tarantino tarafından. yani çok film kültürü olan biri değilim, zira çok film izlemeyi de sevmem ancak bu filmi mümkün oldukça hayatımda yaşıyor olduğum her yaşımda izlemeye gayret ederim bir kez. yahut iki yılda bir defa. çünkü gerçekten izlerken zevkin doruklarına çıkıyorum. eğer izlediyseniz muhtemelen neyi kastettiğimi anlıyorsunuzdur. izlemediyseniz de mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. quentin tarantino'nun bütün filmlerini izledim ve bana göre en iyi filmi rezervuar köpekleri. sonrasında da ucuz roman derim sanırım. 


15 Temmuz 2024 Pazartesi

yanlış kararlar almanın sebepleri, bonus içerik ve sonrası



bu yazıyı yazmamın sebebi halen yanlış kararlar alıyor olmam sebebiyledir. oysa bu blog sitemin ikinci yılında, 2018 yılının ağustos ayında "karar vermek zor mu?" başlığı altında gayet mantığa uygun bir yazı da yazmış idim. bazen insanlar geçmişte daha mantıklıyken sonradan daha mantıksız kararlar alabiliyor. biraz bunu irdeleyeceğim bu yazıda. hadi gelin neden yanlış kararlar alıyorum ve genel olarak neden yanlış kararlar alıyoruz düşünelim.

en gerçekçi sebebi, karar alınırken çok aceleci ve düşüncesizce davranmaktır. yani bir karar alırken, özellikle de önemli, hayatınızı değiştirecek kararlar alırken, bana göre ilk yapılması gereken şey, bu kararın artısı ve eksiklerini yapmak. uzun uzadıya, ayrıntısına dek yazmak gerek. artıları eksisini geçti diyelim, kararından yine emin değilsin, ne bileyim çevrende düşüncelerine önem verdiğin, senin için hayatındaki kilit, önemli insanlar varsa onlara danış. bunu mesela 2018'deki yazımda da belirttim, bu tarz. ama işte yeterince anlayamamışım ki yeniden yazıyorum. yeniden, anlayana dek. bu yazı ben ve benim gibi tüm yanlış kararlar alanlara.

düşünceniz, aldığınız karar sizi tatmin edene dek tekrar tekrar düşünün, aldığınız kararın geleceğini görmeye çalışın, hayatınıza dair geleceği görmek, en azından tahmin etmek çok da zor değil, zira hayat size ait. karar sonrası 3 ayı, 6 ayı, 1 yılı düşünün. ya da çok uzağa gitmeyin, karar sonrasındaki ilk 1 haftayı düşünün, o eylem sizi mutlu edecek mi diye. etmeyecekse vazgeçin o karardan. sizi mutlu etmeyen, yanlış kararlardan mümkün oldukça kaçınmayı ancak bu şekilde başarabilirsiniz.

sonuç olarak ne yapıyoruz karar öncesi, yazıyoruz çiziyoruz, artı eksi karşılaştırması yapıyoruz, artılar çok çıkarsa ve yine de karar sizi tatmin etmiyorsa kendimiz için önem arz eden insanlara danışıyoruz. ek olarak da karar sonrasındaki süreci düşünüyoruz. ta ki tatmin olana dek.

buraya kadar olay 2018'teki yazının bir güncellemesi bir özeti bir yeniden hayata geçirilişine dairdi, peki yanlış karar aldık, maalesef ki hayatımızı o yanlış karar sonrası devam ettirmek gerekiyor, o zaman ne yapmalıyız, oraya da değinmeli.

sürekli olarak karamsar olmamak gerek diye düşünüyorum, değil mi sayın kendim. yahut bu yazıyı okuyan değerli okur. klasiktir, dünyanın sonu değildir. bazı yanlış kararlar bizi ileride çok daha iyi kararlar almaya götürür. hatalar bazen netice olarak doğru kararlar öncesindeki en önemli yoldur. önemli olan o düşüncenin hata olduğunu anlayabilmekte. önce bunları bir anlayıp, kavramak gerekiyor. kendimize bunu kabul ettirmek gerekiyor. ego vs yapmaya hiç gerek yok. yanlışsan yanlışsındır, kendini kandırmaya hiç çalışma, yanlış karar verdim de ve önce bunu bir kendine kabul ettir.

bu aşamayı geçtikten sonra da eğer ki o hatadan dönülebiliyor ise, mümkün oldukça elinden geldikçe bu hatadan dönmek adına çabala, çaba göster. neticede hayatı kötü hale getiren biz olduğumuz gibi iyi olması için de çabalayan biz olmalıyız. bizi en iyi biz anlar, biz düşünürüz. yanlış kararlar versek de kendimizden kaçamıyoruz neticede. her insan kendi bedenini, kendi ruhunu yahut kendi karakterini seviyor değil ama bir şekilde her gün kendimizle yüzleşiyoruz. bunu kabullenmeli.

diyelim ki hatadan dönülmüyor, elimizdeki imkanlar doğrultusunda hayatımızı eskisinden çok çok daha güzel hale getirebilmek için çabalamalı o zaman. yaşadığımız anı daha da güzelleştirme gayretinde olmalıyız, bizim için yine en çok çabalayacak biziz neticede, ki çabalaması gereken de biziz. karamsarlık, hep bir mod düşüklüğü nereye kadar gidebilir ki yani? gerçekçi olmak gerek bir yerde, bir yerde hayatın devam ettiğinin farkına varmalıyız. hayat doğrusuyla yanlışıyla devam eden akan bir süreç. elbette ki her insan doğru karar verecek değil. yanlışlarımızı anlayabilmek de neticede bir doğru karardır sayın kendim ve değerli okur.


2023 eylül ayında google haritalarda neler arattım

 



bu aralar blog sitemi ilginç şekilde çok aktif kullanmaya karar verdim, blog sitelerinin yaygın olduğu zaman diliminde insanlar bloglarına her gün ya da iki güne bir de olsa yazı giriyor muydu bilmiyorum ancak ben burada bir şeyler yazmayı seviyorum. beni mutlu ediyor, okuyan az olsun öz olsun önemli değil benim için, kendime dair, yaşantıma dair günlük, düşüncelerime dair bir kitap gibi. neyse başlayayım.

1 eylül, saat 22:07'de "ŞeyHane Vintage Cafe" araması yapmıştım. eskişehirde yaşadığım dönemde oraya çokça giderdim, orada çay içmek oldukça keyifliydi, hatta böyle çayı küçük bir demlikte falan getiriyorlar, oradan dolduruyorsun böyle, mükemmel olay, seviyorum böyle otantik şeyleri. umarım halen açıktır.

aynı gün, saat 22:10'da namık kemal sokağını aramışım. evimin bulunduğu sokak olduğu için, muhtemelen evim ile kafenin arasındaki mesafeyi tam anlayabilmek için yapmış olabilirim, emin değilim.

2 eylül, saat 22:17'de, dikkat ederim öncelikle bakın yine 22. gececi olduğum nasıl da belli aramalarımdan. neyse işte 22:17'de Es Pilav araması yapmışım. yanlış hatırlamıyorsam orada da yemek yemiştim. güzel, uygun fiyatlı bir yerdi, şuan bilemiyorum tabii.

8 eylül, saat 19:14'te The Roots Cafe araması yapmışım ki bu kafede Eskişehir'de çokça sevdiğim kafelerden birisidir. çokça gitmiştim. sevdiğim bir yer.

10 eylülde, gece geç saatlerde şirintepeye dair de arama yapmışım fakat aslında şirintepeye çok da gitmiş biri değilim, ne sebeple arama yaptığımı şuan hiç anımsayamadım.

27 eylülde, evet 27 eylül. arada pek böyle önemli bir arama göremedim. 27 eylül, akşam saat 17:22'de Addax Giyim araması yapmışım. muhtemelen bir iş çıkışı saati arkadaşlarımla orada buluşacaktım, o sebeple aramasını yapmışımdır. zira oradan pek alışveriş yaptığımı hatırlamıyorum hatta muhtemelen hiç yapmadım.

kolpaçino 4'ün dört dörtlük olmaması

 



kolpaçino serisinin ilk filmine bayılan, ikinci filmine ilk filminin yarısı kadar bayılan biri olarak dördüncü filmi yorumlamak için buradaım. ha bu arada, üçüncü filmi de beğenmemiştim. başlayalım.

kolpaçino 4 4'lük filmi, fragmanıyla ünlü sanatçıları kadrosuna aldığnı göstererek izlenme toplayacağını düşünmüş ancak bu filmi ünlü sanatçıların kurtarabileceğini düşünmüyorum. bu filmi tek kurtaracak şey filmin hiç yapılmamış olmasıdır bana göre. kolpaçino 1 güzeldi evet 2 de güzel hani gayet seyir zevki mevcuttu. seyirci sürekli istiyordu anlıyorum. ama yani seyirci istiyor diye de gerçekten yeni 2 adet daha film yapmak neden?

bir filmi izlenebilir hale gelen en önemli faktörlerden biri o film ile özdeşleşen karakterlerdir. ganyotçu karakteri bu film ile çokça özdeşleşmişti. hatta üçüncü filmi hiç sevmesem dahi gerçekten rolü çok iyiydi üçüncü filmde. keza diğer ilk iki filmde de karakter çok iyiydi. 

tamam, ganyotçu karakterini oynatmadınız, ancak şafak sezer, hani sonuçta kendi yüzü bir şey diyemeyiz elbette ancak yapmış olduğu botokslar ile sahnelerdeki o bizi güldüren yüz ifadesini sunamıyor bu filmde. bu da gerçekten kolpaçinodaki şafak sezer'in özgür rolü için çokça üzücü bir olay. sahnenin seyirciye geçmediğini düşünüyorum. hatta filmin bir yerinde, şafak sezer öyle zorluyor ki yüz ifadesini göstermek için daha da bambaşka bir hal alıyor. hani tamam olmuyor, bari zorlamasaymış.

aydemir akbaş, filmde iyiydi ancak diğer filmlere göre kötüydü bana göre. e tabi yaşının getirdiği durum da var, söylediklerini anlamakta zorlandım ben. bunu yaşına veriyorum, adam da yıllardır istiyordu film yapılmasını, ama yaşı çok çok ilerleyince yapılınca haliyle böyle durumlar olabiliyor. adam 1936 doğumlu. 88 yaşında yai olsun o kadar ya. aydemir akbaş'a bir şey dediğim yok filmdeki önemli faktör hani böyle oynayacaksa oynamasın diyemem, gayet de güzeldi. sadece diğer filmlere göre çok beğenemedim o kadar.

filmde çok az sahnesi bulunsa da aşkım kapışmak'ın rolünü ben çok beğendim. az görünse de belki de izleyenler de benimle aynı görüşte olabilir, aşkım kapışmak filmde 10 dakika belki göründü görünmedi ama o bulunduğu yerde de gayet iyi oynadı. yani serinin bu filminin oluşturduğu en keyifli karakterdi. ganyotçu'nun yerine gelen kişi de kötü değildi bence, hani komedi filmine çok uygun yahut değil orasını bilemem ancak ben sevdim gayet.

galerici şahin karakteri de imaj değişkliğine gitmiş, ancak sadece film için değil genel olarak da bu tarz bir imajı mevcut diye görmüştüm bir iki videoda. kendi hayatı bir şey diyemem elbette, ancak ben ilk iki filmdeki halini daha çok sevmiştim. bu filmde de kötü değildi hani. kötünün iyisi denebilir. ama en iyi olmak varken tabi kötünün iyisi olmak da pek beğenilesi değildir elbette.

tayfun karakterine ben bu filmde çok replik verildiğini düşünmüyorum zira sahnelerde bana çok diyaloğu yok gibi geldi. bence diyaloğu daha fazla olabilirdi diye düşünüyorum.

şimdi sonuç olarak izlenir mi derseniz, ben bir daha izleyeceğimi pek zannetmiyorum, ama her izleyen farklı bir tat alabilir filmde elbette. filmi kurtaran karakter her ne kadar dedikleri çok aşırı anlaşılmasa da aydemir akbaş gibi geldi bana. ondan sonra da aşkım kapışmak'ın rolü derim. ha ekstradan fragmanda da görüldüğü üzere, ekrem abi de bu filmde mevcut, kısa da olsa görünmekte ve bence sahnesi de gayet güzel, ilk filmdeki gibi kısa ve öz. hatta ilk filmden daha kısa.

izlemek arzusunda olanlara keyifli seyirler diliyorum, artık ne kadar keyifli olabilirse.

ötenazinin bir insan hakkı olduğu gerçeği

 



bu yazımda ötenazinin, aslında genel anlamda yasal hale gelmesini ve insanın birçok durumunda buna karar verebilmesi gerektiğine dair bir şeyler sunmak istiyorum siz kıymetli ve değerli okuyuculara.

ötenazi konusunu araştırdım bir miktar, en öz şekliyle söylemem gerekirse, çaresi bulunmayan hastalar tarafından birtakım ülkeler tarafından uygulanabilen bir ölüm yöntemi. acılı yahut acısız onu bilmiyorum. fakat çaresi bulunmayan hastaların belki kendi belki de ailesi tarafınadn karar verilen bir yöntem diye düşünüyorum. kendisi tarafından şöyle o anki hasta eğer buna karar verebilecek boyutta bilinci açıksa kendisine de sorulduğunu düşünüyorum, düşünce yani sadece.

fakat ben bu ötenazinin yani bunu farklı şekilde nasıl anlatayım, ölüm hakkı diyelim. ölüm hakkının genel anlamda her insan için uygulanması gerektiğini düşünüyorum. her insandan kastım şu, örnek vereyim TCK'da 32. madde vardır. aynı şekilde ekleyeceğim.

"Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. Ancak, bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmolunur."

bunu şu sebeple örnek verdim. diyelim ki bir hastalığı olmayan insan ölmek istiyor. sadece dünyada yaşamı sevmiyor, yahut her ne kadar bir yaşam hakkı var ise de, (bkz: avrupa insan hakları sözleşmesi madde 2) ve insan eğer yaşayamıyorsa insanca yahut insanca yaşadığını hissedemiyorsa, kimsenin zorla yaşamını sürdürmesinin doğru olduğunu düşünmüyorum. bunun bir tercih olması gerektiğini düşünüyorum. bu ruh, bu vücut ve bu hayat benim hayatım ise. bunu sonlandırmak da yine bana ait olmalı. bunu herhangi bir maddenin herhangi bir kısıtlamanın sınırlama getirmesini doğru bulmuyorum.

yukarıdaki ilk cümlemden devam ediyorum, nasıl ki yaşam hakkı var ise, ölüm hakkı da olmalı. isteyenler için. ve diyelim ki bir insan ölmek istedi, öncesinde buna dair bir rapor almalı. yani ölüm düşüncesini gayet kendi düşüncesiyle verdiğini, bu düşüncenin sonucunu kavradığına dair artık hangi meslek grubu, psikiyatrist mi ya da bambaşka bir doktor mu verir bilemiyorum. yahut belki heyetçe verilen bir rapor. ya da buna özel bir alan olur ve bu alandan alınan rapor doğrultusunda, bu kişinin bu kararı kendi düşüncesiyle verdiği, herhangi bir maddenin altında olmadığına dair bir belge verildiği takdirde, bu kişi istediği zaman hayatını doktor gözetiminde sonlandırabilmeli diye düşünüyorum.

her ülke bu ötenazi hakkını sunmuyor, hatta çoğu ülke sunmuyor diye biliyorum. ve sunan ülkelerde de yazının başında belirttiğim üzere çaresi olmayan hastalıklara dair kullanılan bir yöntem. ama ben bu ötenazi hakkının genele yayılmasını ve isteyen insanlar tarafından uygulanabilmesi gerektiğini düşünüyorum.

herkes yaşayamıyor neticede yaşamak istiyor belki yaşayamıyor. ya da gayet hiç yaşamak istemiyor da olabilir. bu kişinin kendi düşüncesi ve kendi arzusu. siz 20 yahut 25 yaşlarında olan, yaşamayı hiç arzulamayan ölümü isteyen bir insana, yapacak bir şey yok hayatının sonuna kadar bu şekilde yaşayacaksın derseniz, siz buna yaşam hakkı vermiş olmuyorsunuz. aksine siz bu kişiye bu şekilde işkence yapmış oluyorsunuz. o insan belki 60 belki daha fazla yıl daha bu şekilde sürünecek. yaşayacak demiyorum bakın, sürünecek. yaşamaktan mutlu olmayan biri nasıl yaşayabilir. yahut yaşamaktan mutlu olmama kavramını da geçelim. genel olarak yaşam hakkının sadece hakta kaldığı ancak bu hakkın verilmediğini varsayalım. insanca yaşayamadığınızı varsayalım, vardır böyle ülkeler elbette ki. sizin insanca yaşayamamanız adına bütün sınırlamaları koyan ve bütün zorlukları karşınıza çıkaran ülkeler ve yönetim sistemleri elbette ki mevcuttur. 

son olarak da söylemek istediğim, kendini ölüme hazırlayan birine de sen yaşayacaksın demek çok ağır bir işkencedir, ama işte bu işkence de suç sayılmaz.

14 Temmuz 2024 Pazar

2023 eylül ayında google'da neler arattım

 


yazıyı yazmaya 09.04.2024 günü, saat 21:38'de karar verdim. bakalım devamını ne zaman getireceğim.

evet, 2023 eylül ayında eskişehir'de yaşıyordum, o sıra yapmış olduğum arama listemi sizlere sunuyorum, bunu böyle bir nasıl desem günlük olarak da düşünebiliriz, 2023 eylül ayına dair. aramalarımdan bazıları şu şekilde;

1 eylülde, saat 20:36'da boran kuzum'u aratmışım, neden arattığımı asla hatırlamıyorum.

2 eylülde, saat 21:48'de çömlek yemek'i aratmışım. nereden arattığımı tahmin edebiliyorum, zira o sıralar eskişehir'de ev yemekleri yiyebileceğim bir yer arıyordum. çömlek yemek salonu da güzel ve fiyat olarak da uygundu, muhtemelen ilk gidişlerimden biri olabilir, emin değilim bu konuda.

5 eylülde, gece saat 00:36'da akbank açılış saatini aratmışım, muhtemelen sonraki gün akbank'a gitmiş olabilirim. kredi kartı çıkarıyordum o sıralar.

aynı gün saat 21:36'da, klozet kapağı kaldırılır mı diye aratma yapmışım. yine mükemmel kafalar.

6 eylülde, saat 16:47'de "şuan tdk" araması yapmışım. şuan sözcüğünün nasıl yazıldığını kavramak için. ayrı yazılıyor şu an şeklinde. belirtmiş olayım.

8 eylülde, saat 17:08'cde türkiye ermenistan maçı araması yapmışım, hatta maç biletini aramışım sonrasında, o sıralar o maça çok fena halde gitmek arzum vardı. ama işte gitmedim.

9 eylülde, eskişehir akşam ezanı diye aratmışım saat 19:12'de. o sıralar bazı bazı oruç tutuyordum, muhtemelen yine oruçlu olduğum bir gündür.

10 eylülde, frodo araması yapmışım, frodo, eskişehir adalarda, en azından o dönem oldukça pahalı, hatta suyun dahi pahalı olduğu bir yerdi, şuan halen varlığını sürdürüyor mü ve pahalılığı ne durumda bilmiyorum. ekleme yapayım su çok pahalı, ama suyu frodo getirmiyor.

aynı gün saat 22:28'de eskişehir imsak 11 eylül araması yapmışım, anladınız zaten yine oruç tutma arzusunda olduğum bir gün.

11 eylülde, bilmezdim senden önce bunu araması yapmışım. melike şahin'in şarkısı vardı ya diva yorgun. o sıralar dehşet fazla dinlemiştim. muhtemelen şarkı adını bilmediğim için aratmışımdır.

13 eylülde, eskişehir imax var mı diye aratmışım. bunun da sebebi sanırım o dönemlerde yüzüklerin efendisi filminin yeniden vizyona girme haberi vardı. o yüzden aratmıştım ve yanlış hatırlamıyorsam imax yoktu. şuan var mı bilmiyorum.

aynı gün ibni sina KYK yurdu Eskişehir araması yapmışım. sebebi muhtemelen o dönem olan intihar olayları olabilir. o süreçte eskişehir'de sürekli intihar olayı oluyordu.

14 eylülde, yatak baza araması yapmışım. eve yatak almak istiyordum fakat almamıştım, puf koltuk vardı bir de L koltuk. genelde ikisinden birinde uyuyordum öyle.

16 eylülde, eskişehir sinema harry potter araması yapmışım. hangi gündü bilmiyorum fakat o dönem de harry potter filmleri vizyona giriyordu sıra sıra. muhtemelen o süreçte sinemaya gitmişimdir. aratma saatim de 14:20. belki o gün de gitmiş olabilirim.

aynı gün saat 20:38'de "damsız girilmez dam ne demek" araması yapmışım. halen bu konu bana saçma gelir, belki gün gelir buna dair de bir deneme yazarım.

19 eylülde, saat 00:01'de "doğaya verdiğimiz nefese ne denir" araması yapmışım, yukarılarda da dediğim gibi kafalar pırıl pırıl işte.

21 eylülde, zehra günel, sonrasında da zehra güneş araması yapmışım. ilkinde işte yanlış yazmışım zaten. malum milli takımımızın çok değerli voleybolcularından kendisi. 

22 eylülde, önce cenk tosun, sonra heijan araması yapmışım.

25 eylülde saat 12:27'de "sürat kargo laleli şubesi Eskişehir" araması yapmışım, kargodan bir şey alacaktım.

26 eylülde saat sabah 07:07'de, şartel hangi yöne açılır araması yapmıştım. şartel atmıştı o yüzden.

29 eylülde, "paribu cineverse espark tepebaşı/eskişehir" araması yapmışım. sinemaya gittim mi o tarihlerde hatırlamıyorum.



tatminsizlik hali ve güncelliği yakalamak



sürekli olarak güncelliği yakalamak halinin insan üzerinde bir tatminsizlik oluşturduğuna inanıyorum. nereden biliyorsunuz diye soracak olursanız eğer, kendimden diyebilirim, gelin biraz da tatminsizlik halinin sebeplerini araştıralım.

tatminsizlik hali nedir, genel olarak hayatta yaptıklarıyla ve zevk aldığı şeylerin kendisine zevk verme seviyelerinden sürekli olarak az etkilenmek ve hep daha fazlasını istemek ile ilgili. hep daha fazlasını ve daha riskli olanını. 

haz bana göre ve benim gibi düşünenler için öyle bir şeydir ki, yapılan şeyin risk boyutu arttıkça o şeyden alınan hazzın yüksekliği de daha çok tavan oluyor. şey gibi düşünebilirsiniz en basit böyle anlatabilirim, yasak olan şeyden zevk alma hali. tam olarak böyle. ama bu yasak kavramını da şöyle açıklamak istiyorum. toplum normlarınca yasak olan şeylerin yasaklılık hali. yani aslında belki yaptığınız eylem yaşadığınız ülkede yahut birçok ülkede suç dahi sayılmıyor. fakat toplum bu durumu çokça kınıyor, yeriyor, eleştiriyor vs.

işte tam olarak burada ben ve benim gibi düşünen insanların hazları daha fazla artmaya başlıyor. toplum yeriyor mu, toplum bunu kötü mü görüyor, ülkede bu şeyden haz alan insan sayısı hatta genel olarak dünya çapında az mı, evet. o halde ben ondan haz duyarım.

bunun aslında elindekiyle yetinmeme durumuyla biraz alakası var biraz da yok. alakası var çünkü evet, sizden bağımsız toplumda birçok insanın keyif, zevk aldığı şeylerden haz almıyor, onlarla yetinemiyorsunuz. maddi anlamda yok çünkü ben ve benim gibi olanlar çok da paraya önem vermez, hazları parayla alakalı değildir. sadece kendi düşüncelerinde oluştururlar ve düşüncelerini eylem haline getirmek düşüncesi dahi fena biçimde haz sağlar.

bu durumu yani sürekli kendi içinde güncel olup, tatminsizlik halini destekliyor muyum, hayır. gerçekten çokça zorluyor, yoruyor. bazen artık kendi kendime "şundan da tatmin ol artık" dediğim oluyor içten içe. ama bazen olamıyorum, beceremiyorum ve başaramıyorum. örnek vermem gerekirse hayatımda yeni bir haz denemeye çalışıyorum. o hazzı denedikten sonra, o hazza karşı olan ilgim azalıyor aslında. yani diyelim oldukça zor bir hazzı nihayet denedim, başardım da, ona karşı olan ilgim de azalıyor, yine, yeniden daha çok haz deniyor, haz arayışına giriyorum, kendimi kendime göre daha fazla güncel tutmaya çalışıyorum.

güncellik konusuna da şöyle değinmek istiyorum. yukarıda son cümlemde "kendimi kendime göre daha fazla güncel tutmaya çalışıyorum." dedim. evet, zaten bana göre güncellik insanın kendini kendine göre güncel tutma halidir. kendinizi toplumdan ya da başka bir insana göre güncel tutmak, eğer siz zihin yapısı olarak çok daha önde iseniz sizi güncel tutmaz. hatta belki aşağıya bile indirebilir. ancak kendinizi kendi bakış açınıza kendi dünya görüşünüze göre güncel tutmayı başarırsanız o zaman kendi içinizde güncelliği sürekli olarak yakalamış olursunuz. yani güncel olmaya çalışırken toplumu hedeflememek, kendi kendimizi hedeflemek gerekiyor diye düşünüyorum ve düşünmenin beraberinde hayatımda da bunu uyguluyorum.

zorluyor mu, evet zorluyor. güncelliği yakalamak zor, zaten güncel olmak istemek hali de tatminsizlik haliyle bağlantılı bir durum. yani buna en basit örneği yine akıllı cihazlardan örnek verebilirim. bu cihazlar artık kendi kendine yetinemeyip zaman zaman güncelleme arzusu hissediyorlar, sürekli bir güncelleme talebi gönderiyor size, ta ki siz güncelleyene dek. insanın da tatminsizliği tam olarak bu. kendisiyle yetinemeyen, kendi yaşayış ve hazlarından yeterli, istediği sonucu alamayan insan çözümü sürekli olarak güncel kalma arzusunda buluyor.

günümüzde sürekli olarak kendi alanında başarıyı yakalayan insanların da bunu kendi içlerindeki güncellikten olduğuna inanıyorum. başarılı olabilirler, ama bu sürekli o insanın mutlu olduğu anlamına gelmez. düşünmek, yetinmemek, tatminsiz olmak, sürekli günceli aramak yorucudur. yormak da sizi mutsuzluğa götürebilir. evet, çok da mutlu bir insan sayılmam, kendimi yormaktan, kendimi mutlu etmeye pek zamanım kalmıyor. gerçi kendimi yorma sebebim de tatminsizliğim zaten, tatmin olabilsem mutlu da olabileceğim.

ama kabullenmek gerekiyor sanırım, ben de böyleyim.