son 30 günde en çok ne okundu?

28 Kasım 2022 Pazartesi

yağmurda şemsiye açan mısın yoksa ıslanan mı?



şimdi elbette ki yağmurun yağış hızına göre bu durum değişiklik gösterir. bahsettiğim sağanak yağmur altında şemsiye açmak ya da açmamak durumu değil. bahsettiğim durum, hani böyle ıslatsa da, sırılsıklam yapmayacak yağmurlar altında şemsiye açıp-açmama durumu. tabii bir de buna mecazi anlamda da değineceğim. 

kendi adıma cevap vereceğim, yağmur çok hızlı olmadıkça değil şemsiye açmak, kapüşon bile kullanmayı tercih etmem. yağmurda ıslanmak da biraz keyif meselesi, zevk meselesi, hatta şans meselesi. evet, şans meselesi. her yağan yağmurda şemsiye açanları pek şanssız görüyorum. zira yağmur da bizler için. bazen ıslanmak gerekir diye düşünüyorum. bazı yağmurlarda ıslanmalı insan, ıslatılabilmeli bazı yağmurlar tarafından. her yağmurda şemsiye açılmasını şöyle yorumluyorum; "hiçbir zorluğa gelememe durumu." elbette istisnalar hariç, gerçekten önemli bir ziyaret, buluşma durumu olabilir, üstüne dikkat etmek istersin doğal olarak. ancak bu ve benzeri durumlar dışında yağmurdan bu kadar saklanmayı da ben yağmura karşı saygısızlık olarak görüyorum. belki bazı insanlar bu düşüncemi "bu kadar ince düşünme" diye geçiştirecekler, ancak ben yağmurda ıslanmanın oldukça doğal, norma uygun, olağan bir durum olarak görüyorum.

yukarıda da belirttiğim üzere, benim asıl norm dışı bulduğum durum, her yağmurda şemsiye açmak. yağmur başlı başına standart, olağan bir doğa olayı iken, yağmurdan ıslanmak, hatta yer yer sırılsıklam olmak, neden çokça tuhaf karşılanıyor anlayabilmiş değilim. sırılsıklam olmak evet sağlık açısından çok da iyi bir durum olmayabilir, ama olur, aniden yağmura yakalanır, sırılsıklam olabiliriz. yanımızda hep şemsiye bulunduramayız sonuçta. yağmurda ıslanmanın keyfine varmalı, hayattaki bir çok durumdan keyfe varmak gibi.

şimdi de biraz mecazi anlamda, her yağmurda şemsiye açanlardan bahsetmek istiyorum. nedir bu yağmurda şemsiye açmanın mecazı; her kötü duruma karşı, bir kaçma arzusu, bir negatifleşme hali. bu tür insanlar maalesef ki, hiç beklemeksizin, gardını almak adına, hemencecik şemsiye açarlar. nasıl açarlar şemsiyeyi?

hile yaparlar, hile ile o durumdan sıyrılmaya kurtulmaya çalışırlar. velev ki bu yağmurdan hile şemsiyesiyle kurtulamadılar, o zaman da hemen farklı yollara başvururlar. örnek vermek gerekirse, yapılacak bir iş üzerinden düşünelim. bir işi yapabilecek 2 kişi var. örneğin o iş a kişisine ait, ancak a kişisi o işten kurtulmaya çabalamak adına, kendisini "gerizekalı" gibi lanse ederek, işini b kişisine yüklemeye çalışıyor. hayatın birçok alanında bu ve bunun gibi a kişilerini görmeniz mümkün. yolda yürürken, herhangi bir alışveriş kuyruğunda ve daha birçok yerde bu gibi insanları görmeniz mümkün.

işte bu tam olarak yağmurda şemsiye açma durumu. ancak bazı insanlar da vardır ki şemsiyeyi ne zaman açacaklarını bilmezler ya da hiç şemsiye açmazlar. o kadar şemsiye açmazlar ki, artık bu yağan yağmurlar adeta bir sağanak gibi üzerine gelir. hangi şemsiyeyi açmaya çalışırsa çalışsın zorlanacaktır, iş işten geçmiştir. hayatın zorluklarından sırılsıklam olmuş b kişisi intiharın eşiğine gelmiş bile olabilir artık.

nedir bunun çözümü, nasıl daha doğru şekilde yağmurda yürüyebiliriz? ya herkes kendi yağmurunda ıslanıp, o durumdan keyif çıkarmaya çalışacak ya da ortada bir şemsiye açılacak ise, herkes aynı şemsiyenin altında olacak ki, şemsiyesiz olan kişiler sağanak yağmur altında kalmasın.

güzel yağmurlar altında, yürüyebilmek dileğiyle.


24 Kasım 2022 Perşembe

insanlar arasında yaşam sürmenin ızdırap oluşuna dairdir

 



insan topluluğu olarak yerleşik hayata çokça alışmamızı doğru bulmuyorum, insanlar ile yerleşik hayat içerisinde çokça etkileşime girmek, bizi diğer insanlara karşı beklenti içerisinde bulunmaya itiyor. bu beklentiyi her anlamda düşünebilirsiniz. zira bir insana güvenebiliyorsunuz, dost olarak, ancak sonrasında o beklentiniz karşılanmayınca hayal kırıklığı oluşuyor. her insandan ayrı ayrı hayal kırıklığı topluyorsunuz, birinden güveniniz kırılıyor, bir başkasına karşı güzel şeyler hissediyorsunuz, karşılığı istediğiniz gibi çıkmayınca bir hayal kırıklığı daha.

insanlarla YERLEŞİK HAYAT İÇERİSİNDE çokça iletişimde kalmak hayal kırıklığı koleksiyonuna sahip olmamızı sağlıyor. toplum içerisinde birçok insanın ortak noktasıdır bu hayal kırıklığı koleksiyonu. peki bu hayal kırıklığı koleksiyonundan nasıl kurtuluruz?

beklenti içerisine girmemek gerek, bir insana herhangi bir anlamda beklenti içerisine girmemek gerekiyor. gerek güven, gerek dostluk, gerekse sevgi veyahut aklınıza her ne geliyorsa. her ne konu geliyorsa, o konuda karşınızdaki insana HADDİNDEN fazla GEREKTİĞİNDEN fazla, OLMASI GEREKENDEN fazla güvenmemelisiniz. bunun en büyük çözümü budur.

ki aslında bunun da en büyük sebebi başta da belirttiğim üzere YERLEŞİK HAYATA ÇOK FAZLA YERLEŞMEKTEN. kendi içimizde biraz biraz mağara yaşantısı bulundurmamız gerek. mağara yaşantısından kastım da şu, kendinizle yetinmeye çalışın. başkasına ihtiyaç duymayın. her işinizi başkasına ihtiyaç duymadan kendi yönteminiz ile çözmeye çalışın. bu sayede başkasına ihtiyaç duymaz, başka birisine gereksinim duymazsınız. bu size ne sağlar peki. hayatınızda çokça önemli bir yere sahip biri var diyelim. hayatınızın birçok anlamında yaşantınızı kolaylaştıran biri. o bir an gittiğinde hayatınız ne olacak. IZDIRABA DÖNECEK. 

einstein bey ne diyor bakalım:

"Mutlu olmak istiyorsan bir amaca bağlan, insanlara ya da eşyalara değil.”

amacın olacak ya işte, çözüm bu, mutluluk bu, ızdırabınızın oluşmamasının en doğru çözümlerinden biri bu. bağlılığınız insanlara olmayacak, ya da herhangi bir nesneye olmayacak. amacınız olacak ya, sadece amaç. kendiniz, kendiniz ile yaşama ayak uydurun. yerleşik hayata çok da ayak uydurmayın. bırakın yerleşik hayat size göre şekil alsın.



22 Kasım 2022 Salı

neden çarmıha gerilirsiniz? çarmıha gerilmek neyin belirtisi?


çarmıha gerilmek, bir yerlere çivilinmek, herkesin görebileceği bir yere doğru asılı şekilde çarmıhlanmak. bu cümlelerin artış hızı, toplumun anlayışsızlığı ile eş orandadır.

nedir peki yani, ne olunur çarmıha gerilince? çoğu kişinin aklına gelen duruma benzer bir şey söyleyeceğim aslında. taşlanırsınız, toplum sizi taşlar. sizin anlayış halinize erişemediği için sizi taşlar, ama bir şeyin istemsizce farkındadırlar diye düşünüyorum. çarmıhlanan kişi bir şekilde toplumda herkesin görebileceği yerde, örnek yerinde ise o kadar yüksektedir ki göğe doğru uzatmaları gerekir. bu ne demek oluyor söyleyeyim, biz sana erişemiyoruz, seninle eşit değiliz, seni yukarı kaldırmamız gerek, seni yukarı kaldırıp sergileyelim ki, tüm toplum, tüm insanlık eşit olmadığımıza, seni anlayamadığımıza şahit olsun. "SEN BİZDEN ÜSTÜNSÜN, BİZ BUNUN FARKINDAYIZ, ANCAK BİZ SENIN ANLAYIŞ SEVİYENE ERİŞEMEYİZ." demek, çarmıha germenin anlamını oluşturur. aslında çarmıha gerilen kişi de bu sebeple, bu durumun farkındadır. "bu insanlar beni anlamıyorlar, beni anlamamayı da beni çivileyerek gösteriyorlar."

elbette ki günümüz şartlarına göre çokça ilkel bir yöntem. yani günümüz şartlarında elbette ki çarmıh pek de uygulanabilecek bir yöntem değil. ancak mecazi anlamda, toplumdan dışlanan, topluma ayak uyduramayan insanlar için, ben "çarmıha gerilme" tabirini çokça hoş ve cazip buluyorum. çarmıha gerilmek netice olarak çok kötü ancak bir o kadar da gururlu bir durumdur. hem de yaşıyor olduğunuz toplum yüzünü her sabah cahillik ile yıkıyorsa, o toplumda çarmıha gerilmek çok gururlu bir sonuçtur. 

sonuç olarak konuyu toplayacak olursam, çarmıha gerilmek, istisnalar haricinde, toplumun sizi yüceltmesinin bir sonucudur. toplum yücelttiği kişiyi çarmıha gererek tepkisini bu şekilde ortaya koymayı başardığını zannetmekte. 

cahillerden oluşan bir toplumda, çarmıha gerilmek onurlu bir eylemdir.



7 Kasım 2022 Pazartesi

BEYİNDEKİ AKIŞKANLIKLAR vol1: arzularımıza ulaşmak için hazır mıyız?


peki ya tüm arzularımızın gerçekleştiği, amaçlarımızın tükendiği bir evrende yaşıyor olsak?

yoksa bizi hayatta yaşam çabasına sürükleyen, ölümü unutturan güç, arzularımızı gerçekleştirmeye dayandığımız düşüncelerimiz mi?

şu iki soruyu yazıp bıraktığım bir yazı, bu iki soruyu bugün yani 7 Kasım 2022 günü sabah saatlerinde yazdım. gözlerim uyku dolu bir haldeyken. 

tüm arzularımıza, hemen ilk fırsatta ulaşabildiğimiz bir hayat düşünelim, çaba sarf etmek sizin yahut ilk çabamızda ulaşabildiğimiz arzularımız. yaşamımızın bu döngüde ilerlediğini varsayalım. örneklendirme yolu ile konuya devam etmek gerekirse;

tüm insanlığın hemencecik, direkt olarak ilk aklında olan mesleği yaptığı bir evren düşünelim. ilk verilen kararlar sizce de her zaman doğru olan kararlar mıdır? bazen, hayatımızdaki çokça arzuladığımız olguların meydana gelmesi, bizi tam anlamıyla hayal kırıklığına uğratmakta. ben hatta şöyle düşünüyorum ki, bazen bu tür durumların, evrenden verilen bir mesaj olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. evren adeta bizimle konuşma 1çabası içerisine giriyor. "bu isteğin, senin hayatını güzelleştirmeyecek, sana bir seçenek sunuyorum, eğer vazgeçersen, daha güzel bir hayat seni beklemekte." bazılarımız evrenin bu konuşmasını hissedip vazgeçme yolu ile hayatını güzelleştirme adına bir çaba içerisine giriyor. emin olun ki, bir gayet, çaba, arzu hali mevcut olduğunda, o olgu da bizim için güzel ise, bir şekilde ona ulaşıyoruz, belki hemen, belki de birtakım dersler çıkararak. hemen ulaşılan arzuların lezzetinin büyüklüğüne inanan birisi hiç olmadım. aksine yorgunken yenen yemeğin, yorgunken yapılan uykunun daha lezzetli olduğunu düşünürüm. bunu sizler de hayatınızla karşılaştırabilirsiniz hatta. bir arzu ne kadar zorluk içerisinde kazanılıyorsa, o kadar daha çok değerli hale geliyor. beynimizin onu daha değerli durumda algıladığını düşünüyorum. ben kendi hayatımda da bu durumu istisnalar haricinde yaparım. kolayca ulaştığım arzularımın benim için çok da değeri kalmıyor açıkçası. zira o benim için belli bir ders çıkarılan arzu değil, örnek vermek gerekirse, yine lezzet konusundan örnek vereyim. şahsen ben tok durumdayken pek de yemek yemek istemem, zira pek de yiyemem. yorulmamışım, e yemek de yemişim, neden hemen hazır olan bir yemeğe sadece hazır diye oturup lezzetli bir şekilde yiyeyim ki. aç değilim. onun için hazır değilim. işte asıl nokta tam da burada saklı, hazır olmak.

hazır olmak nedir biraz buna değinmek istiyorum. içimizde bir arzumuza dair çokça büyük istek hali mevcut. peki, bu isteğimize göre içimizde de bir hazırlık hali mevcut mu? bu bahsettiğim hazırlık, arzumuzu kazanmaya dair yapacağımız çaba değil kesinlikle, elbette ki o en önemli etkenlerden biri. ancak bu arzuya ulaştığımızda hayatımızın kontrolünü yine aynı düzende sağlama yetisinde mi olacağız? o arzuyu elde etme layığında mıyız? çünkü arzu edilen bir durumu birçok kişi arzu edebilir öyle değil mi? önemli olan kimin ne kadar çaba gösterdiği, ne kadar istediği, ne kadar hazır olduğudur. eğer ki o durumda hazır değilsek, evrenden de bize o durumu vermesini çok da beklemeyelim. kendimizi arzuladığımız şeye o kadar hazır durumda getirmeliyiz ki, adeta evren de onu bize ait görmeli, bize sunmalı. bu sebeple arzu ettiğimiz şeye gerçek manada hazır olmamız gerekiyor. enerjinin gücüne çokça inanan biri olarak, bu duruma da çokça inanıyorum. çabamız var ise, gerçekten istiyorsak ve o duruma da hazır isek, o zaman evren de gerekli olanı sağlayacaktır. işte tam da burada, hazır olduğumuzda, arzuladığımız şeye kavuştuğumuz an, o anki sevinç tam olarak fotoğraflanmaya değer. o anı fotoğraflayın ve bir yerlerde anı olarak bulundurun, bu da küçük bir not olsun buna dair.

hazır olmadan da hazır olan bir yemeğin bize pek bir faydası olacağını düşünmüyorum. yukarıda da belirttiğim üzere, istisnalar mevcuttur, ki her durumda, her yaşantıda istisnalar mevcuttur. ancak evren daima, bizi durumlara karşı hazır görmek ister. velev ki hazır değiliz, velev ki çok istedik ve hazır olmadan o durum gerçekleşti. işte o zaman da mutsuz olmamak için elimizden geleni yapmamız gerekir, zira evren ile pek de zıtlaşmamak gerekir. bazen o kadar çok zorluklar karşınıza çıkarır ki, o zorlukların her biri aslında birer mesajdan ibarettir. mesajı okuyup, algıladıysanız harika, ancak okuyup, anlamanıza rağmen, anlamazlıktan geldiğinizde durumlar pek de iyiye gitmeyebilir. arzularımıza hazır olabildiğimiz, mutlu, güzel günler diliyorum. 


3 Kasım 2022 Perşembe

aydın olmanın yaşanılan coğrafyaya göre beliren ruhtaki zararları

 




aydın olmak muazzam bir şey mi bilemiyorum, bunun üzerine ayrıca düşünülmesi gerek diye düşünüyorum. ancak aydın olmak yaşanılan coğrafyaya göre zorluklar içeriyor.

1. sıfat Işık alan, ışıklı, aydınlık:
      Aydın bir oda.

2. sıfat Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver, entelektüel:
      "Akşam gazetesi, yurt aydınlarıyla konuşarak bizde niçin yazar yetişmediğinin sebeplerini araştırdı." - Orhan Veli Kanık

3. sıfat Kolayca anlaşılacak kadar açık, vazıh (söz veya yazı).

peki yaşadığımız ülkeyi göz önüne aldığımızda, ülkemizi sözlüğündeki ikinci anlamı karşılacak insan sayısı sizce ne kadar? 

şimdi varsayım üzerine, bulunduğunuz coğrafyadaki toplulukları, çoğunluktan azınlığa doğru sıraladığımızı düşünelim. öncelikle ilk sırada toplum geliyor, evet, düz toplum. her zaman, her fırsatta dile getirdiğim, kendini tanımayıp, yalnızca toplumun parçasını oluşturup birey olmayan kişiler. bu kısma yüzde 60 diyelim. 

kilit nokta, ikinci sırada ise toplumun ne yazık ki örnek olarak gördüğü, belli bir bilgi birikim seviyesinde olup, ancak bilgi birikimini yalnızca kendi doğruları üzerinden değerlendiren, söz konusu başka bireylerin arzu ve mutlulukları olunca, bu hususta herhangi bir desteği bulunmayan, hatta yönetim sınıfında olduklarında çok daha büyük ilerlemelerin önüne geçebilecek bir, yaklaşık yüzde 30'u oluşturan bir kitle. bu kitlenin yaptığı tam olarak kendi doğrularını insanlara aşılayabilmek, bunu özellikle vurgulamak isterim, "kendi doğruları". gerçek manada doğru olup olmadığının hiçbir önemi yok. tabii bununla da bitmiyor, bu kesin her konuyu kendi istediği şekilde, kendi anlamak istediği şekilde anlayıp, yorumlama yapıyor. maalesef ki bu kitle her ne kadar bazı konularda bir şekilde insanları iyi manada yönlendirebilse de, bu kitlede de genelekten beslenme durumu mevcut olduğundan, yine yaşanılan coğrafyanın güncel hale gelmesinde pek de fayda sağlamayacak bir kesim olmaktadır. 

şimdi de sırada son olarak, konunun temeli olan ve bulunulan coğrafyada yüzde 10'u oluşturan aydın kesime gelelim. aydın insanların, aydın bireylerin farklılıkları nedir, okurlar, öğrenirler, okuyup öğrendiklerini yaşamlarına uygularlar, güzel bir insan olabilme çabası içerisine girerler. yani özetle, en özeti ülkemiz sözlüğünde yukarıda yazılmakta olduğu şekliyle kabul edilebilir.

peki örnek vermek gerekirse, siz bir aydın olsanız, toplumun yüzde 60'lık bir kesmi, maalesef ki bilgiyi, kendi doğruları için kullanmakta olan yüzde 30'luk kesme tabi olan bir coğrafyada yaşamayı tercih eder misiniz? bunu daha da açmak istiyorum, aydın olmak, doğru bildiğini açık açık yapabilme yürekliliğidir. doğruyu söyleyebilme yetisi, özgüveni içinde barındırır. coğrafyanın yüzde 90'ı bu durum içerisindeki döngüde aynı şekilde yüzyıllar boyu yaşama devam ettiği ve kendini güncelleyemediği sürece, bu yüzde 10'luk kesim nasıl mutlu olabilir? nasıl tatmin olabilir? nasıl huzursuz olmaksızın yaşayabilir? 

böyle bir coğrafya içerisinde değil aydın olmak, birey olmak dahi o kadar zorlaşıyor ki; kendini tanımak, olmak istediğin gibi yaşamak, görünmek istediğin gibi giyinmek vesaire vesaire. böyle bir toplum içerisinde birey olmak dahi zor durumdayken, aydın olmak nasıl zor olmasın, yaşanılan coğrafyadaki aydınların beyin göçü yapmasının da temel nedeni aslında aydınca yaşayamamak değil midir? neden bu ruh hastalığı içinde yaşama çabası içinde bulunsunlar ki?

sizler diyelim ki a ülkesindesiniz, bir aydın olmayı da geçtim bireysiniz. kendinizi hemen hemen her anlamda tanıyor, biliyor, yaptığınız eylemleri anlamlandırabiliyorsunuz. elinizde fırsat var ise neden daha iyi imkanlara sahip olan b ülkesine gitmek istemezsiniz ki değil mi? bir birey olarak dahi bunun bilincinde olup, b ülkesine beyin göçü yapmak istersiniz muhtemelen. birey bu durumdayken a ülkesindeki aydın ve kendini tanıyan, bilen, mutlu olmayı amaçlayan, güzelliği amaçlayan azınlık kitlesinin b ülkesine beyin göçü yapmaması içten bile değildir.

peki ya beyin göçü yapmayıp, a ülkesinde kaldığında durum ne olur?

elbette ki yalnızlaşıyor, ülkede bireyler dahi yalnız durumdayken, entelektüel olan aydın insanlar nasıl yalnızlaşmasın? bir kere düşünce sistemi olarak hep dar pencereden bakan insanlarla aynı ülkeyi paylaşmaktan muzdaripler yani. psikolojik anlamda kendilerini sürekli yalnızlıklarından dolayı, toplumun diğer üyelerine kıyasla problemli bile hissedebiliyorlar. yani bu her bireyde ya da aydın kitlede olacak diye bir şey yok. ama gerçekten coğrafya olarak oldukça kendine kıyasla kötü bir yerde ise, işte o zaman kendisini toplum kıyasına göre, hastalıklı olarak değerlendirebilir diye düşünüyorum. eminim ki psikiyatristler ve psikologların hastaları arasında ülkemizin aydınlık yüzleri çokça mevcuttur. bu insanlar neden böyle yerlerde bulunuyor derseniz, bana kalırsa bunun en iyi cevabı da, kendilerini yalnız hissetmeyecekleri yerde olmaları diyebilirim. zira psikiyatristler ve psikologlar bir şekilde bizim toplum dışı eylemlerimizi, çok emin olmadan da istisnalar haricinde doğal karşılıyorlar bu da pek tabii güven hissi sağlıyor.

konuya devam ediyorum, a ülkesindeki aydın insan, aynı coğrafyada hayatını devam ettirmeye çalıştıkça ruhu daralacak, yaşamak eylemi zor gelecek, zira hayattan keyif alamıyor durumda olacak, hayattan mutluluk ihtiyacını karşılayamıyor olacak. bu insanı intihar eylemine kadar dahi sürekleyebilecek bir durum. bu yüzden aydın insanların farklı ülkeye, coğrafyaya gitmelerini çok doğru buluyorum. zira diğer türlü bunun sonu intihar, bunun sonu boşa kürek çekme.

aydın olmak zordur, hem de a ülkesinde yaşamaktaysanız. daha güzel coğrafyalarda, daha entelektüel bireylerle yaşayabilmek dileğiyle. 

30 Ekim 2022 Pazar

norm-al olan nedir

 


bu yazım anlaşılırsa, dünya barışı sağlanabilir.




sayın pek kıymetli okuyucum, kaç kişiden ibaretsiniz bilmiyorum, ya da her bir birey kaç kişiden ibaret onu da bilmiyorum, umarım bu yazıyı okuyan her birey, kendisini tanıyor, kaç kişiden oluştuğunu biliyordur.

sizlere bu defa norm kavramını anlatacağım, ardından normal kavramına geçiş yapmayı planlıyorum. şimdi norm kelimesine TDK ile baktığımız zaman, bu sözcüğün Fransızca'daki norme sözcüğünden geldiğini görüyoruz. biz ilk olarak ülkemiz sözlüğündeki yerleşmiş anlamlarına bakalım burada.

Fransızca norme

1. isim, felsefe, toplum bilimi Yargılama ve değerlendirmenin kendisine göre yapıldığı ölçüt, uyulması gereken kural, düzgü.

2. isim Önceden belirlenmiş kalıp, düzgü.

toplum bilimine göre baktığımızda, netice olarak, "uyulması gereken kural, düzgü" anlamına geliyor. düzgü kelimesinin anlamını tam şuanda benim gibi merak edenler olabilir, ona da baktım, o da norm sözcüğünün karşılığı, başka da bir anlamı yok. biz yine norm demeye devam edelim, neden derseniz, bana göre daha hoş geliyor. istiyorsanız siz toplum arasında düzgü diye de kullanabilirsiniz.

ikinci anlamına baktığımızda da, "önceden belirlenmiş kalıp" olarak görüyoruz.  şimdi bu iki anlamı karıştıralım. ne deniyor, uyulması gereken kural. peki bu kuralları kim belirliyor? bir eylemin norm kavramı içerisinde, norma uygun olup-olmadığını kimler belirliyor?

buna şu şekilde bir değerlendirme yapacağım, bir örnek ile. lezbiyen birine göre, yani kendi norm anlayışına göre, kendi duygu-düşüncelerine göre, kendisinin bir kadın ile ilişkiye girmesi norm kavramına uygun. 

aynı şekilde hetero bir birey için ise karşı cins ile ilişkiye girmek norm kavramına uygun, yani kendi bakış açısına göre bu gayet uygun. bu iki durumda da gayet problem yok değil mi, ikisi de düşününce oldukça mantıklı.

peki neden dünyanın bazı yerlerinde, hetero bireyler için, diğer ilişki türleri norm sözcüğüne aykırı geliyor? yani uyulması gereken bir kural mı bu? her bireyin hetero olması, olması gereken, normal bir durum mu? bu kalıplaşmış kural nerede geçmekte, bunu ilk kim belirledi? yani örneğin gay bireylerin birlikteliği yahut lezbiyen bireylerin birlikteliğini hangi anlayış mantık dışı buldu?

zira, lezbiyen bireyler, lezbiyen bireyler ile birlikte oldukça, gay bireylerin gay bireyler ile birlikte oldukça, bu şahısların norm kavramına ne gibi bir kötü etkisi olabilir? yani bu şahıslar istedikleri şahıslarla, karşılıklı olarak istekleri doğrultusunda beraber olmaları, norm kavramına nasıl uygun olmayabilir?

UYULMASI GEREKEN KURAL

ben herhangi bir yerde, erkekler kadınlarla olmalı yahut kadınlar erkeklerle olmalı, gibi yerleşik bir kural görmedim. bu kime göre bir kural, kime göre norm dışı. eğer erkek bir birey, kadın bireyle değil de, erkek bireyle birlikte olmak istiyorsa, burada eğer toplum onu kadın bireyle olmaya zorluyorsa, asıl norm dışı olan durum tam olarak budur işte. zira o kişi bundan zevk almayacak, bu şekilde mutlu olamayacak, bu şekilde tatmin olamayacak. neden onu kendi arzusu olmayan bir şeye itmeye çabalıyoruz? 

bir erkek, kendi vücuduna bir kadının dokunmasını istemiyor, ancak toplumun zorlaması ile kadın bir bireyle, zorla, istemsizce oluyorsa, bu erkek bireyin vücuduna ve haklarına tecavüz değil midir? ya da bunu bir kadın için de düşünebiliriz. kadın bir birey, vücuduna erkek bireyin cinsel manada dokunmasını istemiyor, erkek bireyle olmak istemiyorken, toplum normları doğrultusunda, zorla bir erkekle olması, o kadının vücuduna ve haklarına tecavüz olmuyor mu?

asıl norm dışı olan, tecavüz olan, bir kişiyi olması gerektiği kişiden farklı bir kişi olmaya zorlamaktır. ben kimsenin cinsel ilişkisine karışamam, bu hakkı kendimde bulamam, burada verdiğim örnek sadece norm kavramını daha iyi ve doğru şekilde açıklayabilmek içindi.

internet üzerinde bulmuş olduğum https://www.larousse.fr/ sitesinde yaptığım araştırma neticesinde de, norme sözcüğünün anlamını, "Bir sosyal gruba dayatılan davranış kuralları seti." olarak buldum. dayatılan kurallar, yani kısacası burada bir zorunluluk hissi var. norm içinde zorunluluk barındıran bir durum. ancak bu norm kavramı yaşanılan ülkeye göre değişiklikler de gösterebiliyor. örneklendirmek gerekirse, bazı ülkelerde eşcinsel evliliğin yasal olması ya da ülkelere göre değişiklik gösteren ceza sistemi.

yukarıda her ne kadar belirttiğim örnek ile, kadının kadınla birlikteliği yahut erkeğin erkek ile birlikteliğini norm kavramı içerisinde belirtmiş olsam da, bu kavram ülkeden ülkeye değişiklik göstermekte olduğundan;

a ülkesindeki bir lezbiyen normal görülmezken, b ülkesindeki bir lezbiyen normal görülebilir. zira normalleri ülkeler belirledikçe bizler zaman zaman normal oluyor, zaman zaman da anormal oluyoruz. ortada evrensel bir yasa, düzen olmadığı sürece. bu durum bu şekilde devam edecek.

peki eşcinsel bir bireyin, b ülkesinde normal görülmesinden ziyade her ülkede normal görülmesi hangi yolla sağlanabilir?

bana kalırsa bunu iki yolla yapabiliriz, birincisi bazı kalıplar için evrensel bir yasa, düzen sağlanmalı. bu sayede insanlar belli kalıplar içinde, her ülkede özgür şekilde yaşayabilir duruma gelir. ikincisi ise, norm kavramının anlamını değiştirmek,  evet gayet de norm kavramının anlamını değiştirmek gerek. "önceden belirlenmiş kalıp" işte bizi bu güncellikten her zaman ayıracaktır. neden kendini güncelleyemiyor bu kavram? neden bulunduğu duruma, yere, zamana göre şekil değiştiremiyor. bunun da temelinin eğitimden kaynaklı olduğuna inanıyorum. zira insanlara bu durum eğitim ile gösterilse, norm kavramının içeriğine eklense ve beraberinde norm kelimesinin anlamı tüm sözlükler içerisinde güncellense, o zaman her insan daha çok normal hale gelir.

şimdi belki şöyle diyecek olanlar vardır, benim normal olmak gibi bir derdim yok, yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum. elbette öyle, ben zaten buna katılan biriyim. insan vücuduna kendi istediği şekilde davranabilmeli, insan eylemlerini kendi istediği şekilde, kendine doğal gelen şekilde gerçekleştirebilmeli. zira diğer türlü toplumun dayılan kuralları içerisinde kalırız, yani norm sözcüğünün içerisinde oluruz. ama aslında çok da normal biri olmayız. şuan belki de birçok psikolojik hastalıkların temeli, depresyonların nedeni, normal olmamaya dair problemlerden kaynaklı. şu norm sözcüğünün yan etkilerinden kaynaklı.

daha fazla konuyu gereğinden çıkarmak istemiyorum, ama başlıktaki soruma cevap vermek gerekirse, şuan norm-al olan, her ülkenin kendi dayattığı kurallar çevresinde yaşamak. ama bana sorarsanız, asıl olması gereken norm kavramı, insanın kendi mutluluğu doğrultusunda, diğer insanların hayatına müdahale etmeksizin yaptığı eylemler bütünü olmalı. 

evet, yeniden yazmak istiyorum, bana göre norm kavramı,

"insanın kendi mutluluğu doğrultusunda, diğer insanların hayatına müdahale etmeksizin yaptığı eylemler bütünü"

normal olan ise, bu doğrultuda içinde yaşayan her birey. görün bakın, bunu anlayarak yaşayın, dünya barışı nasıl da sağlanıyor.




25 Ekim 2022 Salı

monologyada yaşamak


bu defa monologluğa dair bir miktar cümleler karalamak istiyorum. monolog kelimesinin anlamı nedir? birçok anlamı vardır ancak benim burada üzerinde konuşacağım anlamı, kendi kendiyle konuşanlara dair olan anlam üzerine.

yazımın başlığı neden monologyada yaşamak?

monologya, muhtemelen bazı alanlarda kullanılmış bir kelime olabilir ancak ben bu kelimeye şöyle bir anlam vermek istiyorum. "kendi kendisiyle konuşanların diyarı." 

evet, ben bu sözcüğe böyle bir anlam vermek istedim. TDK'nin web sitesinde de böyle bir sözcük olup-olmadığına baktım, sözlüğe göre böyle bir sözcük yok. o yüzden en azından şuan için rahatlıkla kendim böyle bir anlam katabilirim. monologya, aslında çoğumuzun bir şekilde içerisinde yer aldığı bir evren, bir diyar, ya da ne şekilde nitelendirirseniz. kendi kendinizle konuştuğunuz an, o diyarda bulunan insanlarla aynı yeri paylaşıyor oluyorsunuz.

peki monologyada bulunmak, kendi kendimize konuşmak bize ne gibi güzellikler katabilir? 

bir konuyu elbette diyalog halinde bir ya da birden fazla insanla konuşup, tartışabiliriz. bir konu üzerinde muhabbet edebiliriz. peki kendi kendimizle olunca bu neden tuhaf karşılanıyor? ki bunu bir de özellikle kalabalık bir toplum içerisinde belirgin bir şekilde yaparsanız, oldukça tuhaf karşılanırsınız. ama aslında iki ya da daha fazla kişinin birbiri ile konuşması kadar normal bir durum.

buna dair şöyle bir soru cevap yapmak istiyorum, tek soru ve tek cevaptan ibaret. ardından cevaba dair açıklamada bulunacağım.

soru, monologyada zaman geçirmek bize ne katar? 

cevap; öz, özgünlük, benlik, bize dair düşünebilme yeteneği, daha çok kendimiz olabilme yeteneği.

özümüzü ortaya ne kadar çıkarırsak o kadar çok bulunduğumuz topluma dair farklılıklar oluşturabiliriz, zira diğer türlü, bu konuda önceden bir yazımda da belirttiğim gibi, diğer toplum üyelerinden farkımız kalmaz. toplumda diğer toplum üyelerinden farkımız olmadıkça da, toplumumuzun ilerlemesini beklememeliyiz, zira kendisini sürekli tekrar eden bir toplumdan hep aynı sesler çıktığı sürece, farklı çıkan her ses kesilmek istenecektir, zira bunun da sebebi farklı çıkan seslerin azınlıkta olmasıdır. eğer toplumda farklı çıkan seslerin sayısı fazla olursa, herkes kendi öz benliği ile kendisinin özelliklerini ortaya koyarsa, işte o zaman farklılıklar içerisinde olan bir toplumda, herkesin de farklılıklara karşı olan "ses kesme" hissi azalacak, farklı çıkan sesleri normal sesler gibi duymaya devam edecektir.

yani aslında, burada anlattığım şeyin de temeli, monologyada bolca zaman geçirmekten geçiyor, zira monologyada kendi kendimizle zaman geçirmeyip, direkt olarak diyalog halinde diğer insanlarla iletişim kurduğumuzda, daha kendimizi tanımamış oluyoruz, kendimizi tanımadığımızdan dolayı da haliyle kendimizi, benliğimizi ortaya koyamıyoruz, bunlar da bir şekilde bizde bastırılan duygular olarak ortaya çıkıyor, belki de bu bizi zamanla psikolojik bunalımlara kadar da itebiliyor.

ama eğer ki kendimizi tanırsak, daha sağlıklı bir ruh ile toplumdaki yerimizi alabiliriz. yani buradan da, aslında monologyada çokça zaman geçirmenin psikolojik anlamda da ruhumuza iyi gelebileceği anlamını rahatlıkla çıkarabiliriz.

sonuç olarak toplumu oluşturan bizleriz, ben, sen o. bizler oluşturuyoruz toplumu. toplumun her bir parçasının aslında toplum için çokça önemi var. toplumun her bir azası, monologyada zaman geçirdikçe, kendini daha çok tanıyacak ve daha sağlıklı bir psikoloji ile toplum içerisindeki yerini alacak.

sağlıklı bir ruha, psikolojiye ve kendimizi tanıma erdemine erişmek istiyorsanız, sizleri monologyada kendinizle daha çok zaman geçirmeye davet ediyorum. 

(erdem sözcüğüne dair hemen TDK'den anlamına bakalım, eminim ki biliyoruz, ancak anlamını bir de tam olarak görmüş, okumuş olalım.


1. isim Ahlakın övdüğü iyi olma, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk vb. niteliklerin genel adı, fazilet:
      "Spor, alçak gönüllülük gibi bir erdem aşılar sporcuya." - Necati Cumalı

2. isim, felsefe İnsanın ruhsal olgunluğu.


evet, anlamı bu kadar.)

daha erdemli bireyler olabilmek adına, monologyada, sağlıklı yaşam diliyorum.

24 Eylül 2022 Cumartesi

TAMAMLANMAMIŞTIR - duvarlara yahut tarihi eserlere yazılan/çizilenlere dairdir


 

not: yazımın başlığını attığım tarih 30 temmuz 2022 tarihidir.

insanlığın ilk çağlarında mağaralara yazılan yahut çizilenleri "eser" olarak nitelendirebilirken, peki şuan ağaçlara yahut bir takım "eser" niteliğindeki nesnelere yazılan yahut çizilenleri neden bu esere hakaret, saygısızlık olarak algılıyoruz?

normal şartlarda bunu ilk olarak şuna bağlıyorum. mağaralara çizilen resimler, o dönemde yaşamakta olan insanların da bir şekilde sanatla ilgilendiğini gösteriyor diyebiliriz. ya da diyemez miyiz?

sizce ilk insanlar sanat kavramından ne kadar haberdar olabilir ki?

burada asıl olay sanat kavramından haberdar olmaları değil  bence, burada asıl olay içimizdeki merak duygusunun tatmini. çünkü ilk insanlar eğer mağaralara bir şeyler çizmiş olmasaydı, belki de biz insanlar, şuan onların varlığına dair daha az bilgiye erişebilecektik. ya da en azından sanatsal bir ruha(!) sahip olduklarını öğrenemeyecektik.

yine sanatsal kavramını kullandım ancak bunu şu şekilde açıklamak istiyorum. belki de bu insanlar arasında bir şekilde mesaj bırakma yoluydu, o dönem belki bir çeşit mesajdı bu mağaradaki resimler, yahut belki de sadece resimden ibaretti. veya bir diğer konu gerçekten de henüz o zaman ortada açıklama bulamasa da sanatsal bir ruha sahiptiler.

hatta belki de birbirlerinin yaptıkları resme gülüyorlardı. ve belki de, şu da olabilir yine o zaman da bir yerlere bir şeyler çizmeyi kötü bulanlar, bu mağaralara çizilen resimleri eleştiriyor olabilir. tabii o zaman yaşamakta olan insanlar, eleştirisini ne tür bir eylemle meydana koyar bilinmez. ancak ben bunun da olabileceğini düşünüyorum.

zira nasıl şuan, herhangi bir sanatsal yapıya bir şeyler çizildiğinde bu yerine göre suç da haline gelebiliyorsa, belki de o dönemde de bir şekilde buna yönelik cezalandırma yahut eleştiri yöntemi olabilir diye düşünüyorum.

bu biraz da yapılan eylemin dönem içinde ve dönem sonrasındaki değerlendirme durumu ile ilgili. zira yaşadığımız dönem içinde, örneğin, bir antik kentte, herhangi bir duvara, şu hani birinin bir başkasını sevdiğine dair klasik yazılardan biri yazıldığını farz edelim. böyle en basitinden örnek de vereyim hatta.

"Ali Ayşe'yi seviyor." şeklinde bir cümlenin, ülkemiz içerisinde bir antik kentin duvarlarından birine yazıldığını varsayalım. hatta oldukça, iğrenç bir şekilde yazıldığını düşünelim bunun. tamam, biz bunu saçma, kötü buluruz, bir şekilde tarihi esere saygısızlık olarak nitelendiririz.

peki, o dönemde bizzat yaşayan ve o dönemde de bir yerlere bir şeyler çizip, karalayan insanları, acaba kendi dönemlerinde nasıl görüyorlardı?

ben şahsen kendi düşüncemi söyleyeyim, tarihi eserlerden ziyade, duvara yazılan yazılar eğer anlamlı ise, bu benim hoşuma gider. zira sonuç olarak bu da bir şekilde tarih aktarımı. bizden belki de yüz yıllar sonra, o duvar yazıları ile, dönemimizde ne tür insanlar yaşadığına dair anlamlandırmalar yapılacak.  yani özetle duvara yazılan yazının aslında ne amaçla yazıldığı ve duvara ne yazıldığının çokça önemi var.

duvara güzel yazıların yazılabileceği günler görmek dileğiyle. 




1 Ağustos 2022 Pazartesi

ahlak kavramının meydana gelişine dair düşünce akışkanlıkları, birinci parça


1. isim Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre:

      "Ahlak düzelmeden hiçbir şey düzelmez." - Çetin Altan

2. isim Huylar:
      "Bu şoförler hepinizin ahlakını bozdu." - Memduh Şevket Esendal

şimdi de biraz ahlak üzerine konuşalım. ahlak kelimesinin Türkçe Sözlük içerisinde yer alan ilk anlamına değineceğim sadece. 

"bir toplum içinde" daha ilk kısımdan anlıyoruz ki, topluma göre ahlak kuralları da değişiyor. yani biz diyelim ki a ülkesindeyiz. bir diğer yanımızda ise b ülkesi var. a ülkesindeki ahlaksızlık kavramı b ülkesinde ahlaksız olmaz iken; b ülkesindeki ahlaksızlık kavramı da a ülkesinde ahlaksız olmayabilir. 

bunu kim belirliyordu, toplum. peki ahlak yapısının daha dar kalıplar içinde bulunması, toplumun anlayış kavramının daha az olduğunu mu ortaya koyar, benim düşünce yapımı sorarsanız evet. 

çünkü, ancak okuyarak, öğrenerek, görerek farklı görüşleri ve davranış biçimlerini anlamlandırır, bu sayede de ahlak kavramını daha geniş bir çerçevede tutarız. 

soru soru, adım adım gidelim bu konu da. çünkü ahlak kavramı oldukça önemli, detay gerektiren bir konudur. 

soru bir: yapılan eylemin ahlak dışı eylem olduğu kanaatine nasıl varılır? 

cevap: yapılan eyleme dair bilgi yetersizliği bulunması halinde, eylem bu kişide belli bir anlam oluşturmaz. bu eylem, eyleme tanık olan yahut eylemi duyan kişinin beyninde bir yer bulamaz. ülkemizde bu konuya dair bir somut örnek vermek gerekirse; eş cinselliğe dair bilgisi olmayan biri, iki kadın yahut iki erkeğin birbiri ile cinsel ilişkiye girmesini anlamlandıramaz, bununla da kalmayıp bunu ahlaksız bir eylem olarak nitelendirir. ancak buna dair bilgisi olsa, öğrenmiş olsa, homoseksüel bireylerin de cinsel birleşmesinin heteroseksüel bireylerden bir farkının olmadığını anlayacaktır. 

ilk soruyu anlamlandırdık diye düşünüyorum, gayet somut bir örnekle de açıklandı. ahlaksızlık kavramının oluşumu tam da böyledir işte, yani bir ülkede ahlak kurallarının saymakla bitmemesi, o ülkenin medeniyetinin muasır medeniyetlerde olduğunu göstermez, aksine o ülkenin birçok noktada henüz değişime alışık olmadığı, güncelliği yakalayamadığına en açık delil olacaktır. elbette bunun istisnaları da vardır, her zaman istisnaları hariç tutuyorum. sorulara devam ediyorum. 

soru iki: yapılan eylemin yahut eylemlerin anlamlandırılması, ahlaki yapıya uygun sunulması, neleri değiştirir? 

cevap: belki de ülkelerdeki en temel problem bu ahlak yapsına dair olan problemdir. örnek vermek gerekirse, bir kadının açık giyindiğinde o kadına ahlaksız yaftası yapıştırılması, hatta bu durumlardaki kadınların tacize uğramalarının tacizciyi meşru duruma getirmesini de engelleyecektir. tabii bu durum sadece kadın cinayetleri için de değil, LGBTi+ bireyleri için de aynı şekilde. eğer ki bu doğrultuda halka gerekli eğitim verilse, inanın 7'den 70'e bu konuda insanlara eğitim verilse, bir kadının açık giyinip-giyinmemesinin, onun kendi özgürlüğü olduğu anlatılsa, LGBTi+ bireylerinin, cinselliğe dair yönelimlerine dair halkın her tabakasına, onların anlayacağı dilden bilgilendirmeler yapılsa, eğitimler sunulsa, inanın o zaman kimse hakkını aramak zorunda kalmaz. zira, gerçekten özgürlüğünü savunan hiçbir insan zannetmiyorum ki, keyfinden twitter'da tweetler göndersin yahut sloganlar bağırsın. herkes bir şekilde daha güzel bir ülkede yaşamak uğruna çaba halinde. bu tür sloganların, çabaların hepsi de inanın ahlak kavramının yeterli miktarda geniş duruma gelmemesi. işte eğer ahlak kavramının gelişimi için gerekli eğitim çabaları yapılırsa, ülkede kaos ortamı azalır, daha sağlıklı, daha çok refaha ermiş bir ortam oluşmuş olur. 

yani buradan çıkarılacak en net sonuçlardan biri de şu ki, "kaosun temelinde dahi ahlak kavramının gelişmiş olmama durumu vardır." 

soru üç: peki, yapılan eylemlerin aslında ahlaksız eylemler olmadığı, insanın yaşamının doğalında eylemler olduğu her yaş grubu tarafından anlaşılabilir mi? 

cevap: elbette ki herkesin anlayış durumu aynı değildir. zira bir insana bir durumun ne kadar mantıklı olduğunu anlatırsanız anlatın, belli, değişmez kalıpları var ise, yapılan eylemin mantıklı, ahlaka uygun bir eylem olduğunu anlaması oldukça zor olacaktır. 

ahlak kavramı çokça uzun, çokça yoğun ve her şeyin temeli olan bir konu, bu bir bölümdü, bir bölüm daha yapacağım, eğer yetmez ise, öncelikle de kendimi tatmin etmez ise bir bölüm daha hazırlayacağım. 

daha ahlaklı günlere mi desek, bilemiyorum, zira ahlak kavramı biraz da eğitim durumumuza göre değişmekte. ahlaktan da ziyade, daha anlayışlı günlere.



30 Temmuz 2022 Cumartesi

henüz yayımlanmamış kitabımdan bazı yayınevlerine serzeniş şiiri


yayınevlerinin olmayan yayın politikası  

 

"...  şiir dosyası kabul etmiyoruz." 

tercümesi: v1 "edebiyatla ilgili değiliz, biz para istiyoruz." 

v2 "şiir yazan kişi en az başka bir edebiyat türü ile de ilgilenmeli." 

v3 "şair olma kavramına dair bir bilgimiz yok." 

 

bu tür yayınevlerine dair, bilinen 

yanlış: edebiyat müdavimleri

doğru: para müdavimleri 

 

eserden çok altındaki isme, 

kaliteden çok paraya önem veren 

acınası durumdaki yayınevlerimiz. 

 

ülkedeki edebiyatımızın,

gelişememesi, 

çok yönlü olamaması, 

kaliteyi gerçek anlamda sunamamasının, 

en büyük suçlusu sizlerin, 

paraya odaklı yayın politikanız. 

 

sizlere yöneltmek istediğim 

en önemli soru 

yıllardır bu ülkede hiç mi kaliteyi sunan 

yeni şairler ortaya çıkmıyor? 

 

yoksa siz kaliteyi tetkik edemeyen, 

zamanında kaliteyi sunmuş olan 

birkaç şairin arkasına sığındığınız yerden 

Kaybetmek istemediğiniz paraları mı saklıyorsunuz? 

-ki evet gerçekten hatırı sayılır şairlerimiz var. 

-ki Ali Lidar şiirlerine bağımlı biriyim ben. 

 

evet, 

bu ülke muazzam şairler çıkardı, 

ama sizin politikalarınız yeni şairlere asla izin vermiyor. 

 

hadi artık 

yalnızca iş insanı olup, 

para kaygısına düşmeden, 

kaliteyi destekleyin 

ve 

gerçek edebiyatı sunmaya başlayın. 

 

küçük iskender'e halen gerekli değer gösterilmemesinden mütevellit SERZENİŞLER

  



BU YAZIMI HEP BÜYÜK YAZACAĞIM, BELKİ DE İLK KEZ TAMAMEN BÜYÜK YAZDIĞIM YAZI OLABİLİR.

ZİRA, BAZI ŞEYLERİ BÜYÜTMEK GEREKİYOR, ELLERİMİZLE, AVUÇLARIMIZDA. SÖZCÜKLERİMİZİ.

KİMDEN BAHSEDİYORUM BU YAZIMDA, ELBETTE Kİ BELLİ, KÜÇÜK İSKENDER. ŞİİR DÜNYASINDA DEHŞET ESERLER BIRAKAN MUAZZAM KALİTEDE BİR SÖZCÜK BİLİMCİDEN BAHSEDİYORUM.

VİKİPEDİ SAĞOLSUN, BUGÜN, ŞU SIRALAR KONTROL ETTİĞİMDE YANLIŞ SAYMADIYSAM SADECE ŞİİR KİTAPLARININ 25 TANE OLDUĞUNU GÖRDÜM. EVET, 25 ŞİİR KİTABI. BUNUN BERABERİNDE ROMANLARI, SERBEST YAZILARI DA MEVCUT. ANCAK BUNLARIN BİRÇOĞU HALEN STOKTA OLMAYAN KİTAPLAR?

BURADAN YAYINEVLERİNE ŞU SORUYU SORMAK İSTİYORUM. ACABA ÜLKEMİZDE GERÇEKTEN KÜÇÜK İSKENDER GİBİ BİR GERÇEK OLDUĞUNDAN HABERSİZ MİSİNİZ? NASIL OLUR DA STOKTA BULUNMAYAN KİTAPLAR YENİDEN BASILMAZ? DÜNYADA ÜNLÜ, HARİKA ESERLER OLUŞTURMUŞ BİR ŞAİRİMİZ MEVCUT,  YAŞARKEN DEĞERİ ZATEN BİLİNMEDİ, ONU HEPİMİZ BİLİYORUZ. BARİ ÖLDÜKTEN SONRA BİLİNİR DİYE DÜŞÜNDÜM, ÖLDÜKTEN SONRA DA AYNI, BU DEFA ADETA TAMAMEN UNUTULDU GİBİ.

ŞUNU MU ANLAMAM GEREK YANİ, ONDAN SONRAKİ GELEN NESİL ONU TANIMASIN MI, ONU OKUMASIN MI, BİLMESİN Mİ?

İNSANLAR ARTIK ESKİSİ GİBİ BİRBİRLERİNE ÇOKÇA HEDİYE VERMİYOR. KÜÇÜK İSKENDER KİTAPLARI ESKİDEN HER KİMDE VAR İSE BELKİ DE O İNSANLARDAN ÇOCUKLARINA FALAN KALACAK ANCAK. Kİ, ONLARA DA HAK VERİYORUM. NASIL OLUR DA BÖYLE DEĞERLİ, ARTIK STOKTAK BİLE KALMAMIŞ KİTAPLARI GÜVENİP DE BİRİNE HEDİYE VEREBİLİRSİN Kİ, ÖDÜNÇ VERSEN ZATEN GERİ ALMA GİBİ BİR DURUMUN BİLE ÇOK DÜŞÜK. KARŞIDAKİ KİŞİ, KİTABI KAYBETTİM DESE NE YAPACAKSIN?

HİÇ.

BU KİTAPLAR KAYBOLUR, UNUTULUR, BİR YERLERDE KALIR, TOZLANIR, GİDER. YAYINEVLERİNDEN RİCA EDİYORUM. BU KONUYA BİR ŞİİRİMDE DEĞİNMİŞTİM, HENÜZ YAYIMLANMAMIŞ OLAN BİR ŞİİRİMDE, BELKİ BURAYA DA EKLERİM AMA, HANİ İLK DOSYA OLARAK, ŞİİR DOSYASI KABUL ETMEYEN YAYINEVLERİNDEN RİCA EDİYORUM. TAMAM, KABUL ETMİYORSUNUZ ŞİİR DOSYASI, ANLADIK, ŞİİRE VERDİĞİNİZ ÖNEM AŞİKAR, HARİKA.

ANCAK EN AZINDAN, MEVCUT DEĞERLERİ RİCA EDİYORUM ELDE TUTMAYI BİLİN. KÜÇÜK İSKENDER GİBİ, ÖDÜLLER ALMIŞ DÜNYACA ÜNLÜ BİR ŞAİRİMİZ VAR. BELKİ DE ÇOĞU KİŞİ TANIMIYOR, BİLMİYOR, OKUMUYOR, OKUYACAK KİTABINI BULAMIYOR.

LÜTFEN ARTIK KÜÇÜK İSKENDER'İ, ESERLERİ İLE YAŞATIN, HAYATA KAZANDIRIN. SİZLER UNUTUP GİDERSENİZ,  BİR SONRAKİ NESİL KORKARIM Kİ KÜÇÜK İSKENDER'İ HATIRLAMAYACAK.



29 Temmuz 2022 Cuma

beğendiğimiz sayfayı kıvırmak, kitaba saygısızlık mı?



diyelim ki elinize güzel bir kitap aldınız, eskiden okumuş olduğunuz bir kitap, kitapta birden fazla sayfanın ucu hafiften katlanmış böyle, bazılarında sayfanın altı, bazılarında sayfanın üstü köşelerden katlanmış böyle. kitaba saygısızlık olur mu bu?

saygı kelimesinin anlamına gelin tdk ile bakalım.

1. isim Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram:
      "İnsanlara saygıyı yitirdin mi yandın bittin, on paralık oldun demektir." - Yaşar Kemal

2. isim Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu.

burada bakacağımız önemli kısımlar, "bir kimseye, bir şeye". yani kitap "bir şey" olduğuna göre, bu durumda kitaba karşı saygı durumundan söz edebiliriz. ilk olarak buradan başlayalım. ama sizce kitap bu durumdan incinebilir mi yani, rahatsız olur mu?

bana soracak olursanız, olmaz. zira kitabın herhangi bir sayfasından tutup, onu hafifçe katlamak, aslında kendimize bıraktığımız bir işaret. bu işareti ne şekilde bırakmak istediğimiz bize kalmış. zira ben şahsen bu şekilde yapıyorum, kendi kitaplarımı okurken, kitap da bana ait olduğundan, herhangi bir ucundan tutup kıvırabiliyorum sayfayı. bunu bir saygısızlık hareketi olarak da görmekten ziyade kendime sunduğum bir işaret olarak görüyorum. zira evet normalde sayfa içlerindeki yazıların altını da çizebilirdim ya da direkt cümlenin üzerini fosforlu kalemlerle de çizebilirdim. ama ben bunu her zaman yapamıyorum. ha elbette yaptığım oldu. ama her zaman yapmak içimden gelmiyor haliyle, çünkü her zaman yanımda fosforlu kalem bulundurmuyorum. bu sebeple de sevdiğim bir kısmın bulunduğu sayfayı katlamak bana daha makul geliyor.

ki diyelim ki, örnek veriyorum bir yerin altını çizdim, ben onu nasıl bulacağım hemen ancak sayfaları böyle bir karıştırmam gerek. ki bir de kitap kalın ise bu gerçekten zaman alabilir. ya da örneğin belirli bir yere ayraç koyduğumuzu düşünelim. ama benim kitapta birkaç beğendiğim yer olmuyor ki, aşırı miktarda çok sayıda beğendiğim yer oluyor. örnek vereyim, 200 sayfalık bir kitap düşünelim. bunda 50 yeri beğendimi varsayalım. şimdi bu 50 yerin hepsine nasıl ayrı ayrı ayraçlar yerleştireyim ki? bu ne kadar pratik bir yöntem olur. bana göre hiç de olmaz. hatta kitap çok daha değişik görünür bence bu şekilde, netice olarak da iyi bir görünüm sağlamaz. 

yani özetle ben kendi düşünceme göre kitaptaki herhangi bir sayfanın katlanmasını herhangi bir saygısızlık olarak görmüyorum. başta dediğim gibi, evet, kesinlikle kitaba karşı bir saygı kavramından söz edebiliriz. zira kitap "bir şey" bu da, ona karşı bir saygı kavramından söz edilebildiği anlamını çıkarıyor, en azından Türk Dil Kurumunun sunduğu ölçütler doğrultusunda bu şekilde. 

aşama bir, kitaba saygı kavramından söz edilebilir mi? evet söz edilebilir.

aşama iki, kitabın herhangi bir sayfasını katlamak, kitaba saygısızlık olarak nitelendirilebilir mi?

şimdi yukarıda belirttiğim husus benim düşüncelerime göre, saygısızlık olarak nitelendirilemez. örneğin benim kendi okuyor olduğum kitaplar için bu şekilde. ama daha ince bir noktaya da değineceğim fakat en sonda yapacağım bunu. 

ince noktaya değinmeden bir diğer asıl değinmek istediğim nokta da, kitabın kime ait olduğu. örneğin kitabı ben bir arkadaşımdan ödünç olarak almışımdır, ben burada kitabın sayfasını katlamayı yahut kitapta herhangi bir yere bir işaret koymayı uygun bulmam, zira kitap bana ait değil, okuyup vereceğim. zira belki böyle bir durum, arkadaşıma göre bir saygısızlık hareketi olacak, o sebeple bunu yapmam hiç de etik ve doğru bir davranış olmayacaktır. bu sebeple kitabın kime ait olduğu da olayın saygısızlık boyutunu değiştirecektir. 

mesela a kişisine göre saygısızlık hareketiyken, b kişisine göre olmayabilir. zira kitap kiminse bu onun düşüncesine göre değişim gösterecektir. ama benim okuduğum kitaplar için yine belirtmiş olduğum gibi, kitabın herhangi bir sayfasını katlamak saygısızlık hareketi değildir. zira aksine bu bana güzel bir anı, işaret sağlamış olacak bir eylemden ibaret, en azından bana göre bu şekilde.

bir de gelelim işin daha ince kısmına ki, yani bu kısmıyla ne kadar alakadar olursunuz bilemem ancak, netice olarak kitap bir yazarın elinden çıkmakta, ardından bir yayınevinde belki birden fazla insanın yaptığı çalışmalar, düzenlemeler sonucu basılmış hale gelmekte. sizce bu durumda diğer insanların da fikrini sormaya gerek var mıdır?

buna açıkçası dürüstçe cevap vermek gerekirse, cevabım; keşke ülkemizde her şeye yeterli saygı gösterilse de, bu gibi durumlara daha çok dikkat edebilsek, daha naif davranabilsek olurdu. ama yine de ülkemizin her şeye yeterince saygı gösterilen bir ülke olduğunu varsayıyorum. evet örnek olarak bu yazım gereği şuan varsaymam gerekiyor. komik bir durum ama neyse.

bence yine de ulaşılabiliyorsa yazara, yayınevine de düşüncelerine sormak çok daha güzel bir hareket olabilir tabii. ama yine de sanıyorum ki, henüz yirmi ikinci yüzyılda olmadığımız için, bu sorumuzu çok ciddi bir soru olarak değerlendirmeyecek olanlar çokça olabilir...

güzelliklerle kalın lütfen.


aleni mektup: Ali Lidar lütfen şiir yaz

 


ben bir bağımlıyım, Ali Lidar şiirleri bağımlısı. -28.07.2022, 20:46-

bu yazının ilk olarak başlığını ekledim bıraktım, sanırım 26.07.2022 günü olabilir, ya da öyle bir şey. ardından dün akşam saatleri yukarıdaki cümleyi ekledim, zaten saat ve tarih de yazdım hemen unutmamak adına. yukarıdaki yazdığım cümlenin bir türevini, henüz bir yayınevi aracılığı ile yayımlatmadığım 2.şiir kitabımdaki bir dizeye de eklemiştim. neyse, bundan hiç bahsetmeyeceğim şimdi, zira konu Ali Lidar ve ona dair muazzam şiirler.

şimdi Ali Lidar'ı tanımayan insanlar için özetle belirtmek isterim, benim tanıdığım kadarıyla kısaca belirtmek gerekirse, kendisi Eskişehir'de yaşamakta, en son Felsefe Öğretmenliği yapmakta idi. bunun yanında bir de Eskişehir'de küçük prens müzesi açtı. kitap sayısını hiç bilmiyorum lakin yalnızca bildiğim küçük prens kitabının dünyadaki birçok dile çevrilmiş halini bahsettiğim müzede barındırmakta. bu adam gerçekten harika biri. edebiyat ile ilgilenip umarım halen bu harika insanı tanımayan yoktur. ki elbette vardır da, lütfen tanıyın ya.

benim bildiğim kadarıyla kendisinin 4 şiir kitabı ve şiir kitabının haricinde de farklı edebi türlerde kitapları bulunmakta. net bir sayı vermek gerekirse kitapyurdu isimli sitede şuan itibariyle 12 kitabı bulunmakta.

ben bunlardan sadece şiir kitapları ve bir de "büyük kederler küçük öyküler" isimli öykü kitabını okudum. şiir kitabı olarak yanlış hatırlamıyorsam ilk olarak alengirli şiirler isimli kitabını almıştım, kendisinin  muazzam şiirleri ile ilk tanışıklığım o kitabı ile başlamakta. beni birçok etkileyen şiiri var, hatta birçoğunu gerek podcast programımda gerek de youtube kanalımda seslendirdim. ancak en çok etkileyen derseniz, şuan buraya ekleyemeyeceğim tarzda uzun olan "olmamış kahraman emeklisi" isimli henüz son şiir kitabı olan "İsmail'in Kendi Kendine Delirmişliğine Dair Hikayat" isimli şiiri. harika şiir, mükemmel şiir. anlamlar havuzunda dağılmakta olan bir şiir. böyle normal övüp geçtiğime bakmayın lütfen, o şiire dair de bir yorumlama yazısı mutlaka yazmak istiyorum ama kesinlikle bunu daha sakin bir ruh ve kafa içerisinde yazmak istiyorum. zira eksik kalsın istemiyorum.

benim aslında bu yazımı yazmaktaki amacım da, bu gibi şiirlerin devam etmesi. buna ne derseniz deyin, belki de bir fetiştir. belki de Ali Lidar şiirlerine fetişim var bilmiyorum ancak abartı derecesinde bir sevgim var gibi gelebilir. ancak gerçekten bu benim normal bir tepkim, bana gayet normal geliyor. çünkü kendi şiirleri çokça bunu hak eden şiirler. 

kendimi düşünmek değil mesele ama, ben kendisinin şiirlerini okudukça hayatın karmaşıklığı içerisinde sanki böyle bir mola alıyorum gibi, sanki zamanı durduruyorum o sıra, oraya odaklanıyorum.  ben bu hayatta yaşamak sözcüğünün eyleme geçiş halini pek sevmeyen biriyim ancak, onun şiirlerini okuyunca işte bunu pek hatırlamıyorum, sanki unutuyorum o an. bu her şiirde olmuyor elbette, şiirden şiire, şairden şaire de değişmekte. ancak Ali Lidar'a dair şiirlerde daha çok görünmekte. 

ülke halkından ricam, lütfen Ali Lidar'a, lütfen bir şaire zamanında değer verin. şair yıpranmadan ve bırakmadan edebiyatı. şair bir kere bu değeri kendi gözleriyle görsün yahu. çok değil zaten okursanız hak verecekseniz inanıyorum. okusanız eliniz, kalbiniz, ruhunuz değer verecek istemsizce, ben edebiyat ile ilgili, edebiyat aşığı bir insanın Ali Lidar şiirlerini beğenmeyeceğini çok düşünmüyorum. tamam elbette tarz meselesi ama, tarzına uyumlu değilse bile beğenmek ayrı bir durum bence. zira şiirlerinin ayrı bir özgünlüğü, ayrı bir kalitesi bulunmakta. hadi beğenmedin diyelim ama,  yine de kötülemezsin yani bu muazzam şiirleri.

Ali Lidar'dan da ricam ise, edebiyat dünyasına farklı edebi türdeki yazılarınızla bir şekilde devam etmektesiniz, sizden ricam lütfen özellikle şiire olan bu güzel eylemlerinizi bırakmayın. şiiri klavye ile mi kalem ile mi yazıyorsunuz bilmiyorum lakin her ne ile yazıyorsanız şiir o yazdığınız şeye çokça yakışıyor. lütfen bu anlam dolu şiirlerinizi bırakmayın, edebiyat dünyasına şiirlerinizi yağdırmayı devam edin rica ediyorum. 

"bir yağmur yağsa da, üzerime Ali Lidar şiirlerinden düşse.

Ali Lidar şiir yaza da,

bu yaşamak eyleminin bana gelen ağırlığına karşı

Alzheimer olsam."

  

16 Temmuz 2022 Cumartesi

küçük iskender'in balkon değiştirmekten kastı neydi?

  



şimdi sizlere daha evvelden, nazım hikmet ve cemal süreya'nın şiirlerine dair yorum, anlamlandırmaya ilişkin yazılarımı sunmuştum, bu defa da bunu küçük iskender'in  hasta hayat depoları isimli  şiir kitabındaki 77 nolu şiirinin üzerinden yapacağım. şiiri hemen ekliyorum.

"77.
Türkiye'yi değiştirmek gibi bir derdim yok benim. Kendimize
yakışan insanlarla çekiliriz. Yaşadığın yeri arzuladığın yere
benzetmeye çalışma! Ben evimin balkonuna masa koyamam,
saksılarla bezeyemem.
Çünkü boyutu belli: Hiçbir şey sığmıyor! Bu coğrafyanın da
boyutu belli. Bazı şeyler sığmıyor! Kültür mozaiği sığmıyor,
hümanizm sığmıyor, özgürlük sığmıyor! Bir balkon sefası için
bina yıkılmaz! Basar gider, daha geniş balkonlu bir yere
taşınırsın. Bu kadar basit!"

bu şiiri önceleri okumuştum, dün gece yeniden okudum ve bu şiiri anlamlandırmak istedim. daha düşük sözcükler ve cümleler yardımıyla.

ne diyor şiirde bakalım.

en baştan başlayalım, değiştirmek gibi bir derdi olmadığını söylüyor Türkiye'yi.  zira bunun sebebini de şu örnekle açıklıyor. evinin balkonu. hani evlerimizin balkonu genel olarak hep küçük olur ya şehirlerde. ben şahsen yaşadığım şehirdeki balkonları çoğunlukla geniş gördüm, ancak örneğin Eskişehir'de yaşadığım sürede de, oradaki balkonları değerlendirecek olursam ciddi manada küçüktü, muhtemelen küçük iskender burada tam olarak o boyutlarda balkonları kastetmektedir diye düşünüyorum. zihninizde daha iyi canlandırma yapabilmesi adına bu örneği vermek istedim. balkon örneği gerçekten şahane. neden derseniz, yine bunu kendisi açıklamış şiirin bir diğer kısmında, "balkon sefası". evet balkonda hepimiz gerçekten manzaraya karşı güzelce kahvemizi, çayımızı yudumlamak isteriz değil mi, bazen kitabımızı açıp okumak, ardından balkonumuzu güzel çiçeklerle vs süsleriz bir şekilde. ama tabii en önemli nokta, sığdığı kadar işte. sığmazsa ne yapacağız?

yani bir balkon size küçük geldiğinde ne yaparsınız, ya da genel anlamda bir ev size küçük geldiğinde ne yaparsınız? ne zaman küçük gelir bir ev? örneğin, ev içerisinde yaşadığınız insan sayısı çoğalır ve o ev size o zaman küçük gelir. zira balkon da öyledir, o kadar çok zevkiniz, hobiniz gelişmiştir ki, artık balkondan taşacak duruma gelmiştir.

bu durumda hani genel olarak çok da imkanımız yoksa başka bir odayı, balkona katmak gibi, hani belki bilmiyorum evin durumunu da. imkanlar dahilinde yapılabilirse pek de problem yok. ama işte buradaki asıl sözcük de imkan, imkanlar.

şiirdeki balkon ve buna destek nitelikteki ev örneğinin iyi anlaşıldığını düşünüyorum.

şimdi gelin bir de bunu yine şiirdeki diğer kısma özel değerlendirelim, asıl nokta balkon değil, ev değil, asıl nokta şu. balkona nasıl bazı zevklerimiz sığmıyor duruma geliyorsa, yaşadığımız coğrafya için de aynı şeyler geçerli. neler sığmıyor peki küçük iskender'e göre? "kültür mozaiği, hümanizm, özgürlük" bunlar ne kadar da önemli şeyler değil mi? zira kültür mozaiği, tarih yahu. tarih dahi sığmıyor, hani bunda sadece kültür mozaiği örneği de vermeyelim. çünkü eminim siz de görmektesiniz, ülkemizde tarihi eserlere yapılan restorasyonları. buna dair örnekler verip konuyu uzatmam anlamsız kaçacaktır, ama olmuyor işte. o tarihi eserin "tarih" kısmına, o harika dokusuna, güzelliğine zarar vere vere restore ediliyor. neden çünkü sığmıyor işte, olmuyor. tarih maalesef kitaplardan, profesörlerden, bilim adamlarından, öğrenilmedikçe dizilerden öğrendikçe, hiçbir şey olmadığı gibi olmamaya devam da edecek. 

hümanizm. bu zaten sırf başlı başına uzun uzun yazılar yazılacak konulardan biri. ama kısacık yazacağım işte. hümanizm nedir, insancıl. insanın değerini anlayabilmektir, bilebilmektir. insanın emeğinin karşılığını rahatlıkla sorgulayabilmesidir. hissedebilmesidir insanın, insanlığını, insan olduğunu. eğer hissedemiyorsa insan, gerçek bir insan olduğunu, unutup gidiyorsa, o coğrafyada hümanizmden söz etmek pek de makul değildir.

özgürlük. evet özgürlük. neyse işte.

ne diyor küçük iskender bize özetle, balkonunuzu değiştirin yahu. imkanı olanlar balkonunu bir şekilde değiştiriyor elbette. imkan meselesi zira, ben kendi açımdan örnek vereceğim. benim için çok da büyük bir balkona gerek yok. ben şahsen ülkemiz içerisindeki mevcut balkonlardan biriyle yetinebilirim, tabii değişimi sağlayabilirsem.

ama elbette ki ülkedeki balkonları sevmeyenler de olacaktır, zevkleri ülkemiz balkonlarına uygun olmayanlar olacaktır. e olmuyorsa da zorlamaya gerek yoktur canım, kendisini daha farklı bir ülkenin balkonunu almak için bir çaba içerisine getirmesi gerekir. ona uygun koşullar vs. o kişiler zaten bilirler hangi ülkenin balkonu güzeldir, o ülkenin balkonuna nasıl erişilir, hepsini bilirler, zira araştırır ve bilir onlar. ülkemizin aydınlık yüzüdür onlar. karanlık, ışıksız balkonlar içerisinde aydınlık sağlayan, birer aydın yüzlerdir onlar.

daha güzel balkonlarda yaşamak dileğiyle.